Hintli Vezir Kautilya ve ünlü eseri Artaşastra

Hintli Vezir Kautilya ve ünlü eseri Artaşastra

Hint klasik metinleri arasında yer alan Arthaşastra, on beş kitap ve altı bin beyitten oluşan, devlet yönetimi, ekonomi, siyaset bilimi, dış politika gibi alanlarda hükümdara öğütler veren, M.Ö. IV. yüzyılda yazılmış bir eserdir. Arthasastra, Hindistan tarihini, siyasi yapısını ve sosyal kültürünü anlamak adına oldukça değerli bir eserdir. Yazarı konusunda pek çok farklı görüse rağmen kabul gören isim Kautilya'dır.

Devlet yönetimi ve sosyal yaşama dair öğütler içeren Arthaşastra adlı kitap, Hindistan tarihini, siyasi yapısını ve sosyal kültürünü anlamak adına oldukça değerli eserdir. Antik Hint’te meydana getirilmiş pek çok eser gibi Arthaşastra da Vedalar’a kadar uzanan dinsel bilgi birikimini esas alır.

Hintli Panditler oldukça geniş seri oluşturan kutsal kitaplarını şu dört grup içinde gösterirler: Veda ya da Vidya (vid kökünden “bilmek”), Şruti (şru kökünden “işitmek”), Şastra (şas kökün­den “öğretmek”) ve Smçti (smç kökünden ‘hatır­lamak’)

Arthashastra kitabı 15 bölüme ayrılır

I Disipline dair II Devlet Yöneticilerinin Görevleri III Hukuka Dair IV Dikenlerin Ortadan Kaldırılması V Saray Mensuplarının İdaresi VI Egemen Devletlerin Kaynağı VII Altı-Katlı Politikanın Sonu VIII Felaketlere ve Kötülüklere Dair IX Bir İstilâcının İşi X Savaşa Dair XI Tüzel Kişilerin İdaresi XII Güçlü (bir) Düşmana Dair XIII Bir Kaleyi Ele Geçirmenin Stratejik Yolları XIV Gizli Araçlar XV Bir Tezin Planı

Bu noktada Arthaşastra’nın ne olduğu sorusu, belki de neyle ilgili olduğu sorusuna dönüşüyor. Bu nedenle Arthaşastra’yı artha + şastra olarak ele almakta fayda var. Şastra kelime olarak düzen, yönetim, emir, kural; öğretme, danışma anlamları­na gelir. Ancak bunların ötesinde yukarıda da değinilen anlamı oldukça yaygın kullanılmaktadır. Kutsal bir kitap ya da birikim, dinsel ya da bilimsel bir yapıtta; o konunun bilimi, öğretme aracı, kita­bı anlamları taşıyan son ek görevi de vardır. Örne­ğin Vedanta-Şastra,Vedanta felsefesi hakkında bir çalışma veya o konudaki öğretinin bütünü; dharma-şastra, bir hukuk kitabı veya yazılı kanunların bütünü; kavya-şastra,bir şiir kitabı veya genel anlamda şiir; şilpi-şastra,mekanik sanatlar hakkında- ki çalışmalar; kama-şastra, erotik derlemeler.

Monier-YVilliamsartha” kelimesinin birçok an­lamını birlikte verir: Maksat, gaye, amaç, niyet; se­bep, neden, güdü, saik; yarar, çıkar, avantaj, fayda; obje, nesne, şey, cisim, eşya; varlık, servet, zengin­lik, mülk, mal, refah, para; vs.

Artha’nm sözlük karşılığı yanında, bir de özel­likle Hint Felsefesi ve Hinduizm içinde yaşarlık kazanmış bir yeri vardır. Hinduizm, insan yaşamı­nın üç amacından (trivarga) söz eder. Dharma (er­dem), Kama (zevk) ve Artha (refah). Ancak bu üçünü yaşamı içinde dengeye oturtabilen insan gerçek kurtuluşa (nirvana = moksha) ulaşabilir. Burada Artha insanın yaşamını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyabileceği maddesel (ekonomik, siyasi, vb.) dünyayı tanımlamaktadır.

Bunu bütünleyen bir ifadeye Arthaşastra 15.1.1-2’de de rastlamaktayız:

“Artha insanoğlunun geçimi ya da yaşamak için gerekeni sağlamasıdır; başka bir deyişle ‘insanoğ- lunca inşa edilen dünya’. Arthaşastradünyanın el­de edilmesi ve korunmasını anlatan bilimdir”

Yine Arthaşastra1.1.1’de benzer bir ifadeyle kar­şılaşırız: “Arthaşastra, dünyanın inşası ve korunması için eski öğretmenler tarafından meydana getirildi.”

Arthaşastra15.j.l-2’den yapılan alıntıda artha’nm vçtti olarak tanım­lanması, ona kelime anlamı olarak farklı bir boyut kazandırır. Vçtti; ta­rım, sığır yetiştiriciliği ve ticaretten oluşan üçlü ticari aktiviteyi tanımla­yan vartta sözcüğünden türemiştir. Bunlar da, eserin meydana getirildi­ği dönem düşünüldüğünde, insanın geçimini sağlayabilmesi için yapıla­bilecek aktiviteleri özetlemektedir. Buradan yola çıkılacak olursa; kast sisteminin yoğun olarak yaşandığı bir ortamda Brahman ve Kshatriya kastları dışında kalan bir topluma yönelindiği sonucuna ulaşılabilir.

Aynı zamanda alıntılarda kar­şımıza çıkan “dünya”, insanların yaşadıkları ve geçim kaynağı bul­dukları yer; bireyler tarafından a- maçlanan hedeflerden vazgeçmek ve genel olarak insanların huzurunu sağlamak anlamında kullanılmak­tadır. Bu ifadenin yönlendirmesiy­le Arthaşastra’yı dünyadaki huzur ve geçimle ilgili şastra olarak kabul edebiliriz. Öyleyse böyle bir dünya­nın nasıl elde edileceğini ve koruna­cağını da göstermesi gerekir.

Bu tanımlama Arthaşastra’nın amacınm iki farklı boyutunu orta­ya koyar: Birincisi, yöneticiye sahip olduğu toprağı nasıl koruyacağını göstermeye çalışmak, ki bu koruma (palana) temel olarak bölgenin yö­netimine dayanır. İkinci olarak, bu toprağın nasıl elde edileceği. Bu el­de etme (labha) temelde başkaları­nın elindeki bir bölgeyi ele geçirmek anlamına gelir, ki ülkenin dış politi­kasını içerir. Genel olarak ele alındı­ğında devlet aktivitesinin bütünü bu iki grup içine sokulabilir.

Bu nedenle Arthaşastra’nın dış ve iç alanlardaki devlet meseleleriyle il­gilenen bilim olduğu da söylenebi­lir. Diğer bir deyişle devlet yönetimi ya da politika ve yönetim bilimidir.

Arthaşastra,1909 yılında R. Shamasastry tarafından ilk kez ya­yınlanmasından bugüne, birçok bi­lim insanı tarafından da ekonomi ve siyaset bilimi kitabı olarak kabul edilmiştir. Ne var ki Arthaşastra’nm siyaset ve yönetim bilimi olduğu yönündeki görüşler çok daha eski­ye dayanır. Mahabharata’da bazı bö­lümlerde (12.161.9 ve 12.290.104) bunun örneklerine rastlarız. Bu bö­lümlerde Arcuna’dan bir Arthaşastra uzmanı olarak bahsedilir ve Artha- şastra’nın en iyi krallarca izlenen yol olduğu söylenir

Sanskrit Edebiyatına göz attı­ğımızda; politik düşünceye, insan yaşamı ve ödevlerine ait genel tar­tışmalar içindeki bir olay gözüyle, Vedik Edebiyat’ta ve Manu’da da rastlanır. Mahabharata’da, Arthaşast­radışında başka Şastra’lar olduğun­dan da söz edilir.

Arthaşastra’nın meydana getiril­diği tarih hakkında farklı görüşler mevcuttur. Bu tartışmada bize yön verebilecek kesin bir tarih olarak Çandragupta Maurya’nın MÖ 321 yılında tahta çıkmasını kabul ede­biliriz. Yazılmış eserin bu tarihten sonra oluşturulduğu kesindir. An­cak T. R. Trautmann gibi ba­zı akademisyenler Arthaşastra’nm çok daha geç bir tarihte yazıldığını, hatta derlendiğini savunurlar. Bu­nu belirleyebilmek için, Arthaşastra’da anlatılan sosyal yaşam ve ko­şulların, Manu ve Yactavalkya’nm Smçtflerinde anlatılanlarla karşı­laştırması gerekir. Aynı zamanda, Arthasastra'da anlatılan teknik bil­gilerin (kimya, mimari, değerli taş bilgileri, vs.) diğer Şastra’lardaki bil­gilerle karşılaştırılması, metallere ait verilen bilgiler ya da patlayıcıların doğasına dair anlatılanlar, at ya da fillerin bakımı ve fermanların oluşturulmasında uyulması gereken ku­rallar bize karşılaştırma yapma ola­nağı verir.

Arthaşastra’nm yazarı konusun­da pek çok farklı görüşe rağmen kabul gören isim Kautilya’dır (Çaöakya ve Vishöugupta adları da kul­lanılmaktadır). Arthaşastra içinde de (yukarıda eserin 1.1.1 bölümün­den yapılan alıntıda belirtildiği gi­bi) eski bilgilerin bir araya getiril­mesi yoluyla oluşturulduğundan söz edilir. Bir elçi olarak Hindis­tan’da görev yapmış olan Megasthenes’in Indika adlı eserinde Kautilya adına rastlanmaz. Bu daha sonraki tartışmalarda, yazarın Kautilya ol­madığı konusunda, hatta gerçekte böyle bir kişinin yaşamamış ola­bileceği konusunda dayanak teşkil etmiştir. Ancak, Indika’daverilen bazı bilgilerin gerçeklerle örtüşmediği, bu kitabın olaylar, fabl, tarih ve söylentilerden oluşan bir karı­şım niteliği taşıdığının gözden ka­çırılmaması gerekir

KAUTİLYA KİMDİR?

Arthaşastra’da ve pek çok kaynak eserde Kautilya, Arthaşastra’nm ya­zarı ya da bu eseri derleyip meyda­na getiren kişi olarak geçer. Bütün yazılı Hint kaynakları (Brahmanik, Buddhist ve Caynist) Kautilya’nm Nanda Hanedam’mn yok olup, Çandragupta Maurya’nm Magadha tahtına oturma serüveninin baş ak­törü olduğunun altını çizer.

Kautilya’ya ait kişisel bilgilere u- laşmak güçtür. Kim olduğu, böyle bir eseri yazıp yazmadığı, nasıl olup da böyle bir konuma ulaştığı, ger­çekte bir vezir mi yoksa sadece bir bürokrat mı olduğu, adının tam ola­rak ne olduğu hep tartışma konusu olmuştur.

Kautilya ile birlikte Çaöakya ve Vishöugupta isimlerine de rastlarız. Bunun yanı sıra bazı kaynaklarda a- dı Kautalya olarak da geçer.

Kautilya’nm yaşamı hakkında ele geçen bilgiler somut değildir. Bazı kaynaklar onu bir Brahman olarak gösterir. Kerala’da (Kuzey Hindis­tan) doğmuş olduğu ve Taxila’da eğitim görmüş olabileceği yolunda görüşler vardır.

Bir Budist eser olan Mahavamşatika’da Kautilya’nm üç Vedave Mant- ralar konusunda yetkinliği, savaş hi­lesi ve kurnazlık konularında üstün yeteneklere sahip olması, entrika çe­virme ve siyaset alanlarında ustalığı, fakat aynı zamanda fiziksel çirkinli­ği, iğrenç görünüşü, bacak ve diğer organlarındaki sakatlıkları ile bilin­diğinden söz edilir

Budist ve Caynist efsanelerde, dişleri kenetli doğduğu söylenir. Bu şekilde doğan çocukların ilerde kral olacaklarına dair bir inanış vardır. Anne babası oğullarının kral olması­nı istemezler ve çenesini zorlayarak açarlar. Kautilya’nm yüzünde bu ne­denle bir deformasyon oluşmuştur.

Kautilya’nın yetişkin olduğu dö­nemde Magadha Krallığı’nm başın­da Nanda Hanedanı’ndan Dhana-Nanda (büyük servet sahibi Nanda) bulunmaktaydı. Pek çok kaynakta Dhana-Nanda’dan bir kral ve insan olarak oldukça kötü kişilikli olarak söz edilmektedir:

“Sadece sıradan bir insan değil, aynı zamanda oldukça aşağılık bir konuma sahipti. Babası aslında bir berberdi” 

“Pek çok kö­tü özelliğinin yanı sıra para hırsı yü­zünden de oldukça nefret kazandı. Bu kibirli kral, Pata- liputra’ya bilgisini göstermek için ge­len Kautilya’yı, bir yemek esnasında aşağılar. Oldukça öfkelenen Kautilya, Nanda Hanedam’mn kökünü ve dallarını yok edene kadar bir daha kâkülünün düğümünü bağlamayacağına yemin eder. Bütün dünya ni­metlerinden elini çekerek, amacını gerçekleştirmek için ona yardımcı olabilecek en uygun kişiyi araştır­maya başlar.

“Böylelikle, kraliyet soyundan gelmesine rağmen, bir sığır çobanı tarafından büyütülmüş Çandragupta’ya ulaşır. Çandragupta henüz ço­cuk yaştadır ve arkadaşlarıyla köyün boş alanında, kendisinin kral oldu­ğu bir oyun oynamaktadır. Oyunda adalet dağıtır ve vezirlerine görev­ler verir. İnziva halindeki kişi, sa­daka için yalvarır; ‘kral’ kibarca bir başkasına ait inek sü­rüsünü hediye eder. Kautilya çocuğun li­derlikte gösterdiği kaliteden oldukça et­kilenir ve bin pana ö- deyerek çocuğu satın alır. Onu Taxila’ya götürerek geleceğin kralı olabilmesi için eğitim almasını sağ­lar”

Rangarajan’ın bir öykü havası içindeki anlatımı Kautilya’nm Çandragupta ile bir­likte Nanda Hanedanı’nı devirip yerine Maurya Hanedanını kurmaları sürecini de içerir.

Her ne kadar kur­gusal biçim izlese de Kautilya hakkında var olan bulgular bir ara­ya getirildiğinde, Brahman kastının mensubu ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiği ve Taxila’da eğitim görerek Pandit olduğu var­sayılır.

Pek çok kaynakta ortak olarak işlenen tema Nanda Hanedanı’na karşı, Çandragupta Maurya’nın ya­nında yer alarak Maurya Hanedanı’nın kuruluşunda oldukça önemli bir rolü olduğu yolundadır. Çandragupta’nın tahta geçmesinin ardın­dan, devlet yönetiminde onun veziri olarak görev yapmıştır. Ölümü ko­nusunda kesin bir bilgi olmamakla birlikte, bazı kaynaklarda Çandragupta’nm ölümünün (MÖ 298) ar­dından Bindusara döneminde de, en azından bir süre, bu görevi sürdür­düğü belirtilmektedir.

Buradan yola çıkıldığında MÖ 350-275 yılları arasında yaşadığı söylenebilir. Doğduğu yer hakkında Caynist ve Budist kaynaklar arasın­da çelişkiler vardır. Budist bir eser olan Mahavamşatika’da doğum yeri Taxila olarak gösterilirken, Adbid- hana Chintamani’dedoğum yerinin Güney Hindistan’da bugünkü Kerala civarında olduğu belirtilmektedir.

Hindi ve bazı yöresel dillerde Ka­utilya’nm biyografisini veren kitap­lara rastlamak mümkündür. Ancak, Panchapakesa Ayyar tarafından ya­zılmış Clıanakyave Chatıdragupta ve biyografik roman olan Dattatreya Kher’in Charıakya adlı eseri bu alanda en tanınmışlarıdır.

Kautilya tarafından yazıldığına inanılan üç eser vardır: Çanakyasutralar ve Arthaşastra.Her ne ka­dar Kama Sutra’nın da Kautilya ta­rafından yazıldığını iddia eden bazı kaynaklar var ise de, bunu doğru­lar nitelikte yeterince bulguya rast­lanmamıştır. Bu iddianın kaynağın­da yatan dayanak, her iki eserin de benzer bir tarz izlenerek yazıldığı­dır. Buradan yola çıkarak Kautilya tarafından yazıldığı düşünülen baş­ka eserler de bulunmaktadır.

ARTAHAŞASTRA'NIN OLUŞTURULDUĞU DÖNEM

Arthaşastra incelendiğinde bir ta­rih kitabı niteliği taşımayabilir, an­cak içeriğinin yazıldığı döneme ait önemli ipuçları içerdiği tartışılmaz. Bu nedenle Arthaşastra’nın daha iyi anlaşılabilmesi, yazıldığı dönemin tarihi gelişimini gözden geçirmekle mümkün olacaktır.

Arthaşastra’nın yazıldığı varsayı­lan dönem Hindistan tarihi açısın­dan büyük önem taşır. Bu dönemi üç dilimde incelemek mümkündür:

1) Küçük Kral-Devletler;

2) İsken­der’in Hindistan’ı istilası;

3) Maurya Hanedanı.

Küçük Kral-Devletler

İskender’in Hindistan’a girdiği ta­rih olan MÖ 326 yılı tarihçiler açı­sından bir kilometre taşı olarak ka­bul edilir. Bunun nedeni, o döneme ışık tutacak nitelikte bir yazılı ta­rih geleneğinin Hindistan’da yerleş­memiş olmasıdır. Sosyal yaşama ait pek çok bilgiyi olduğu gibi tarih ve siyasi yapıya ait bilgileri de dinsel kaynaklarda buluruz. Krallıklar, ha­nedan isimleri gibi bilgilere en çok Puranalar’da rastlarız. Ancak bu bil­gilerin bilimsel geçerliliği oldukça tartışılır niteliktedir.

Hindistan’ın bu dönemine ışık tutan bir diğer kaynak da Budist eserlerdir. Bu eserler içinde 16 önemli güçten (topluluktan) söz edi­lir: 1) Aıgâ, 2) Magadha, 3) Kasi, 4) Koşalâ, 5) Vaccl, 6) Malla, 7) Çeti, 8) Vaüsâ, 9) Kuru, 10) Pançâlâ, 11) Maççhâ, 12) Süresenâ, 13) Assakâ, 14) Avantî, 15) Gandhârâ, 16) Kambocâ.

Eski Pali dili kitaplar içinde, Buddha Dönemi Kuzey Hindista- nı’nın siyasi durumunu doğrudan anlatan bir bölüme rastlanmaz. An­cak bu kaynakların incelenmesi son­rası bazı yazarlar tarafından yapılan yorumlarla günışığma çıkan bilgiler bulunmaktadır. En eski Pali kayıtlar içinde yer alan özel isimlere başvu­rularak elde edilen devlet isimleri­nin listesi şu şekildedir

-     Sakiyalar, başkent Kapilavatthu.

-     Buliler, başkent Allakappa.

-     Kalamalar, başkent Kesaputta.

-    Bhaggalar, başkent Suüsumara Tepesi’nde.

-     Koliyalar, başkent Ramagama.

-     Mallalar, başkent Pava.

-     Mallalar, başkent Kusinara.

-     Moriyalar, başkent Pipphalivana.

-     Videhalar, başkent Mithila.

-     Liççhaviler, başkent Vesali.

Megasthenes yine bu grup içinde sayılabilecek beş kabileden daha söz eder, ancak elimizde bunlar hakkın­da kayda değer bilgi bulunmamak­tadır. Yukarıdaki listede yer alan 10 devlet MÖ 6. yüzyılda Kosala’nın doğusunda, dağlar ve Ganj Nehri arasında bulunmaktaydı.

Daha önce isimleri verilen 16 krallık içinde en büyük öneme Koşala, Magadha, Avanti ve Vaüsa sa­hiptir. Bu 16 devlet monarşi, cum­huriyet ya da oligarşi gibi farklı siyasi sistemlerle yönetiliyordu. Bu dönemde göze çarpan en önem­li dört hanedan; Magadha’da Haraıyakalar, Koşala’da Aikshvakular, Avanti’de Pradyotular ve Vaüsa’da (Kauşambi) Pauravalardı. Haraıyaka Hanedanı, Barhadrathaların devrilmesinin ardından Bimbisara tarafından kuruldu. Bu dönem­de, Mahabharata’da adı övgüyle söz edilen Kuru-Patçala, Kaşi ve Matsya Krallıkları, eski güçlerinden uzak, küçük birer krallık olarak var­lıklarını sürdürüyorlardı. Monarşik olmayan devletlerden en çok adı duyulanlar: Mithila’da Vçciler, Kapilavastu’da Şakyalar, Pava ve Kuşinagara’da Mallalar’dı. Vçciler, sekiz farklı kabilenin konfederasyonun­dan oluşmuştu. Bunlar içinde en önemli yeri, başkentleri Vaişali olan Liççhaviler alır.

Bu devletlerin pek çoğunda evli­liğe dayalı ittifaklar bulunmaktaydı, ancak bu birbirleri arasında çatışma­ların patlak vermesini önlemiyordu. Yukarda adı geçen dört büyük hane­dan, küçük devletleri de içine ala­rak büyümeye ve güçlerini artırma­ya çalışıyorlardı. Pradyota, Udayana, Bimbisara ve Prasenacit gibi ünlü krallar MÖ 6. yüzyılın ikinci yarı­sında ortaya çıkmışlardır.

MÖ 5. yüzyılın başlarında Pauravalar ve Pradyotalar eski gücünü yitiren devletlerin başında geldi. Bu devletler arasındaki uzun süren mü­cadeleler sonrasında Magadha Kral­lığı Kuzey Hindistan’ın en büyük gücü haline geldi. Acataşatru, baba­sını öldürerek krallığını genişletmiş ve Magadha’yı en büyük güç hali­ne getirmiştir. Ölümünün (yaklaşık MÖ 475) ardından yerine Udayı (15) geçmiştir. Geleneklere göre Udayı, Magadha Krallığı’nın başkenti­ni Pataliputra’ya taşımıştır.

Budist anlatılar içinde Udayı ve üç halefi baba katili olarak gösteri­lir. Bu nedenle halk nefretle üçüncü halefi yerinden ederek, onun vezi­ri Şişunaga’yı kral olarak seçmiştir. Şişunaga’nm yerine oğlu Kalasoka geçmiştir. Ancak onun aşağı statü­den gelen (bazı kaynaklarda ber­ber olduğundan söz edilir) bir kişi olan Mahapadma Nanda tarafından öldürülmesiyle taht Nanda Hanedanı’na geçmiştir.Askeri alanda oldukça büyük ba­şarılar gösteren Mahapadma, Kuzey Hindistan’ın büyük kısmını kapsa­yan imparatorluk kurmuştur.

İskender'in Hindistan'ı istilası

Pancab, Sindh ve Afganistan'ı içeren Hindistan'ın batı sınır bölgesi o dönemde siyasi güç ve prestijden yoksun görünmekteydi. Adı geçen 16 devletten muhtemelen sadece ikisi, Kamboca ve Gandhara, bu uzak bölgede bulunmaktaydı. Bun­ların, krallıkla yönetilenlerinin yanı sıra, demokrasi ve oligarşiyle yö­netilen iki düzine ya da daha fazla prensliğe bölündüğü anlaşılmakta­dır. Kendi aralarında da sık savaşan bu prenslikler, dışardan gelen istila­cılar için oldukça kolay yem gö­rünümündeydi.

 

O dönemde İran bölgesinde­ki pek çok güçlü kralın bu bölge­ye göz diktiği varsayılsa bile, ancak Darius (MÖ 522-468) Dönemi’nde Hint topraklarına yayılma çabala­rı somutlaşmıştır. MÖ 518 ve 515 yılları arasında tarihlendirilmiş olan krala ait iki kitabede kendi toprak­ları içinde Hi(n)du bölgesinin adı da geçer.

Yunanlı tarihçi Herodotus, Darius’un MÖ 517 yılında Sindhu Nehir Vadisini keşfetmeleri için Scylax kumandasında bir keşif grubu gönderdiğinden söz etmiştir, tranlı hüküm­darların bölgede egemenlik sağladığı bilinse bile bu egemenliğin ne kadar sürdüğü konusunda kesin kayıt bulunmamak­tadır. Xerxes (MÖ 486- 465) döneminde Yunan­lıları yenilgiye uğratan Akamenit Ordusu’nun bir bölümünün Hintli as­kerlerden meydana geldi­ği, bunun MÖ 330 yılma kadar sürdüğü ve bu askerlerin MÖ 330 yılında Gaugamela’da İskender’e karşı savaştığı varsayıl­maktadır. Bu askerlerin, bölgedeki Iranlı valilerin (Satrap; sömürge yöneti­cisi) yönetimindeki para­lı askerler olabileceği yo­lunda görüşler de mevcuttur. Ancak bu dönemde bölgede Iranlı valilerin bulunduğuna dair kesin bir bilgi bu­lunmamaktadır.

Akamenit Kralı Darius III’ün, İskender karşısında bozguna uğ­raması, Hint tarihinin akışını son derece etkilemiştir. İskender, îran- lılar’m egemenliğindeki bütün do­ğu topraklarını ele geçirmiş, yö­nünü Hindistan’a çevirerek MÖ 327 yılında Hindu Kush’u geçerek Hindistan’a ulaşmıştır. Afganistan, Pancab ve Sindh Bölgesi’ndeki kü­çük krallıklar, İskender’in büyük askeri gücüyle karşı karşıya kalmış­lardır. Her ne kadar bir sonuç elde edememelerine rağmen direnmeyi tercih eden pek çok devletin yanı sıra, İskender’in yanında yer alarak şahsi kazanç ve güvence elde etme­ye çalışan devletler de olmuştur. Bu şartlar altında Hindistan toprak­larında ilerleyen İskender Kabul Nehri’ne ulaştıklarında ordusunun bir bölümünü en iyi iki generalinin komutasında Kabul Nehri boyun­ca göndermiştir. Bunların karşısına ilk olarak Peshawar yakınlarındaki Charsadda’da Pushkalavatiler çık­mıştır. Pushkalavatı lideri 30 gün süren bir savunmayla başkentini koruyabilmiştir. Bu süre içinde İs­kender, ordunun geri kalan kısmıy­la kendi kanadını korumak için, Kunar, Panckora ve Swat Nehirle- ri’nin bulunduğu vadiye gitmiştir. Burada Yunanlılar’m, Aspasioi ve Assakenoi (muhtemelen Asvakalar’dan türetilmiştir) adım verdik­leri dağ kabileleriyle karşılaşmıştır. Aralarında günlerce süren büyük bir savaş olmuş, başkent Massaga’nın teslim olması için yapılan anlaşmada yaşamı garantiye alman 7000 paralı askerin gece kuşatıla­rak kılıçtan geçirilmesi Yunanlı ya­zarlar tarafından bile kınanmıştır.

Assakenoiler’le yapılan savaşlar içinde, Aornus’un ele geçirilmesi Yu­nanlı yazarlar tarafından uzun uzun anlatılarak İskender’in Hindistan se­ferindeki en büyük askeri başarısı olarak gösterilmiştir.

İskender’in Assakenoi ve diğer kabilelere boyun eğdirmesiyle so­nuçlanan savaşlar süresince ordu­nun geri kalan bölümü Sindhu’yu ele geçirmiş ve Ohind’de Attock üzerine sandallardan oluşan 16 mil uzunluğunda köprü yapmışlardı.

İskender’in ordusunun tekrar toplandığı bu bölgede var olan kral­lıklar içinde en güçlüsü, Yunanlı kaynaklarda adı Porus (Paurava’dan türemiş gibi görünmektedir) olarak gösterilen kralın yönettiği devletti. Porus, kuzey komşusu olan Abisara Devleti’yle birlikte, başkenti Taxila olan bir başka komşu devlete karşı savaş halindeydi. Taxila Kra­lı İskender’le anlaşma yoluna gidip düşmanlarına karşı üstünlük sağlamayı amaçlamıştır. Yapılan savaş sonrasında Porus, İskender’in ordu­suna karşı oldukça güçlü bir direnişgöstermesine rağmen, kendisi de ya­ralanarak MÖ 326 yılının Temmuz ayında teslim olmak zorunda kal­mıştır. Ancak Porus teslim olma şar­tı olarak, kral gibi muamele gör­me sözü almıştır. İskender sözünde durmuş, ona ülkesinin yönetimini geri vermiştir. İskender’in Hindistan seferindeki asıl hedefi okyanusa ula­şabilmektir, bu nedenle Porus’un da yardımıyla güneydoğuya doğru ilerlemeye başlamıştır. Pek çok küçük devleti ortadan kaldırarak Beas Neh­ri kıyılarına ulaştığında Kathaioi (Kathas ?) ile karşılaşmıştır. Büyük savaş sonucunda onun 17.000 askerini öldürmüş, 70.000’ini de esir almıştır.

Ancak İskender’in ilerlemesi Beas Nehri kıyılarında askerlerinin daha fazla ilerlemek istememesi üzerine MÖ 326 yılının Temmuz ayı sonun­da durmuştur. Yunan kaynakların­da, askerlerin savaş yorgunluğu ya­nında, bir söylence şeklinde yayılan nehrin öbür tarafındaki imparator­luğun gücünden de korkmuş olabi­lecekleri belirtilmektedir. İskender ordunun bu tutumuna boyun eğmek zorunda kalarak, geldiği yolu takip etmiş ve Chelum Nehri’ne kadar ge­ri dönmüştür. Buradan, ordunun bir bölümünü yanma alarak 1000 tek­neyle nehirden ilerlemiş, nehir bo­yunca da süvariler de sahilden iler­leyerek onları korumuştur. Chelum Nehri’nin Çhenab Nehri’yle birleş­tiği yerin yakınlarında cumhuriyet­le yönetilen kabilelerin oluşturduğu konfederasyon birlikleriyle karşılaş­mışlardır. Yapılan savaşta konfede­rasyon kuvvetleri Malloi (Malavalar) ve Oxydrakai (Kshudrakalar) tarafından yönetilmekteydi. İsken­der’in ordusu, zaferle sonuçlanan bu savaştan sonra başka kabilelerle de karşılaşmıştır. Bu kabilelerden birisi olan Agalassoi (Arcunayanalar?) şe­hirleri ele geçirilince, kanları ve ço­cuklarıyla birlikte kendilerini ateşe atmışlardır. Bu Hindistan tarihinde, daha sonra pek çok kabile tarafın­dan da tekrarlanan, ilk Cauhar se­remonisidir.

Maurya Hanedanı

Maurya Hanedanı MÖ 322-185 yılları arasındaki 137 yıl boyun­ca süren dönemi kapsar. Ha­nedana ismini veren kişi Magadha Krallığı’nı Maurya İmparatorluğu’na dönüştüren ve 24 yıl tahtta kalan Çanduragupta Maurya’dır. Ha­nedanın en parlak dönemleri ilk üç hükümdar döneminde yaşanmıştır. Bunlar sırasıyla Çandragupta Maur­ya, Bindusara ve Aşoka’dır.

Kronolojik sıra içinde Maurya Hanedanı Nanda’ların ardından ge­lir. Ancak Nanda’ların tahtı kaybe­dip Maurya Hanedam’nın yönetimi ele geçirmesine yol açan olaylara ait elimizde yeterli bilgi bulunmamak­tadır. Güvenilir kabul edilen kay­naklarda da bu konuyla ilgili fazla bilgiye rastlanmaz ve bulunanlarda da pek çok çelişki vardır. Ancak ge­nel kabul gören bir varsayım Çand ragupta’nın Nanda soyundan geldi­ği yolundadır. İskender ile MÖ 326 ya da 325 yılında oldukça genç bir yaştayken karşılaşmış olduğuna ina­nılmaktadır. Çandragupta bir takım kayıtlarda son Nanda Kralı’nın aşa­ğı kasttan bir kadından olma oğlu olarak gösteriliyorsa da, köklü Nanda ailesiyle akraba olması da­ha yüksek bir olasılıktır. Bu da her türlü olasılıkta hanedan tarafından tanınan kişi olduğu anlamına gelebilir. Bazı kaynaklarda Çandra-gupta’nın hanedan tarafından rahatsız edici bulunduğu ve Magadha’dan sürüldüğünden söz edilir.

İskender’in ölümünün ardından İndus Vadisi’nde bulunan garnizon­lara yapılan saldırıda, kuzeydeki et­nik grupların da yardımıyla zafer kazanmıştır. Aynı dönemde Kautilya da Magadha’da bir ayaklanma ya­ratır (16). Bu ayaklanma Nanda ai­lesinin ortadan kalkmasına yol açan süreci başlatmıştır. MakedonyalI garnizonlara yapılan saldırının Magadha’daki ayaklanmadan önce ya da sonra olduğuna dair elimizde ke­sin bilgi bulunmamaktadır.

İskender, MÖ 323 yılının Haziran ayında Babil’de öldü. Ancak ha­berin Pencâb’a gelişi bir ya da iki ayı bulmuş olmalı. Yabancı garnizonla­ra karşı yapılan saldırıların 323 yı­lını 322’ye bağlayan kış mevsimin­de yapıldığı varsayılmaktadır. Buna paralel olarak da Çandragupta'nın ortaya çıkışı MÖ 322 yılma rastlar. Magadhada vapılan ayaklanma ve devrini bir yıllık süreci kaplar.

İskender hükümdarlık asasını kimseye miras olarak bırakmamıştı, yetki ve idare komutanları arasında bölüşüldü. Antigonos ile Seleukos arasmda Asya’nın en büyük gücü ol­ma yarışı başladı. Uzun mücade­lenin ardından Seleukos 312 yılında Babil kentini yeniden ele geçirdi ve altı yılın ardından kral gibi kabul gördü. Seleukos tarihe zaferler ka­zanan Seleukos Nikator olarak geçmiştir ve Suriye Kralı olarak anılır. Ancak Batı As­ya’nın Kralı demek daha doğ­ru olur.

Seleukos, İskender’in Hin­distan’da kazandığı bölgeleri geri almayı umarak Hindis­tan’daki hükümdarların en güçlüsü Çandragupta Maurya’ya saldırmak için İndus’u geçti. Ancak amacı düş kırıklığına dönüştü ve Pencâb yakınlarında bir yerde bozgu­na uğrayarak sınırın gerisine çekilmek zorunda kaldı.

Barış koşulu olarak Sele­ukos Çandragupta’ya Kabul, Herât ve Kandhâr'ın başkent­leri olan Paropanisadai, Aria ve Arachosia ile Gedrosia’yı (Bugünkü Belucistan) verdi. Bunun karşılığın­da Çandragupta ona batılı düşman­larına karşı savaşlarda kullanabilmesi amacıyla 500 fil verdi. Alınanlarla karşılaştırıldığında oldukça küçük bir bedeldi, ancak anlaşma bura­da bitmedi ve Çandragupta Seleukos’un kızıyla evlendi.

Böylelikle Suriye ve Hindistan arasında bozulmayacak barış sağlanmış oldu. Seleukos MÖ 302 yılında, daha önce Arachosia’da (Kandahâr) hizmet veren, Megasthenes isimli subayı büyükelçi olarak Pâtaliputra Sarayı’na gönder­di. Büyükelçi boş zamanlarında Hin­distan’ın coğrafyasını, ürünlerini ve adetleri kaydetmeyi kendisine uğraş edindi. Bu konudaki başarısını, der­lediklerinin bugün dahi temel baş­vuru kaynağı olarak gösterilmesi a- çıkça ortaya koyar. Ne yazık ki kitap bütün olarak günümüze ulaşama­mıştır, fakat büyük bir kısmı diğer yazarlar tarafından yapılan alıntılar şeklinde korunabilmiştir.

Romalı tarihçi Justin, İskender’in ölümünden sonra Hindistan’ın ba­ğımsızlığının yaratıcısı olarak Çandragupta’yı gösterir ve şöyle bir yo­rum ekler: “Zafer kazandıktan ve tahta çık­tıktan sonra, köleler ile birlikte ya­bancıların elinden kurtardığı halka da baskıcı bir tutum izlediği için sözde var olan özgürlüğü de köleli­ğe dönüştürdü.”

Onun yöntemiyle ilgili yapılan değerlendirmelerde, kendi yaşamı­nın her gününü korku içinde ge­çirmiş katı bir despot olduğundan, merhametsizce cezalandırmaya da­yalı çok iyi organize edilmiş otokratik sistemle kesin ve sert kurallar uyguladığından söz edilmektedir.

Bütün kaynaklar devlet gemisi­nin dümeninin olağanüstü yetene­ğiyle Kautilya’nm elinde olduğunda birleşiyor. Kautilya’nm hangi şekil­de ve tarihte bu sahneden çekildiği kayıtlı değildir. Tibetli yazar Târanâth tarafından 17. yüzyılda bir araya getirilmiş kaynak­lara göre; görevine Çandragupta’dan sonra Bindusâra Dönemi’nde de devam et­miştir.

Çandragupta Maurya’nın oldukça olaylı saltanatının sona erişine doğrudan ışık tutan tek kanıta Caynist ka­yıtlarda rastlanır. Caynistler onu daima Bimbisâra gibi Caynist olarak gördüler. Bu­na rağmen onların bu inan­cını çürütecek nitelikte bir gerekçe de ortaya konula­mamıştır. Çandragupta’nın tahtı bilgin Brahman’ın planlarıyla elde etmesi Caynizm’in kraliyet inanışı olduğu iddi­asına bir anlamda kanıt niteliği taşı­yor. Otoritelerce kabul gören görüş Çandragupta’nm Caynist değilse bi­le sonradan olduğu yolunda­dır. Çandragupta’nın ar­dından tahta Amitraghâta (düşmanların katili) la­kaplı Bindusâra geçti.

Bu onun savaşçı kim­liği hakkında bir ipucu veriyor ise de hakkında kesin bilgiler veren kayıt bulunamamıştır.

Sadece küçük bir alın­tıda Antiochos Soter ile Bindusâra arasında samimi bir mektuplaşma­nın olduğunu görürüz.

Mısırlı Ptolemy Philadelphos (MÖ 285-247) tarafın­dan Pâtaliputra Sarayı’na gön­derilen Dionysios isimli elçi ile Bindusâra’ya ya da oğlu Aşoka’ya güven belgesi sunulmuştur. Târanâth tarafından kayıtlara geçirilmiş bir belge Bindusâra’nın ülkeyi do­ğu denizinden batı denizine kadar fethettiğinden söz eder. Aşoka’nın imparatorluğunun uçsuz bucaksız genişlikte olduğu bilinmekte ve fa­kat kendisinin Kalinga dışında bir fetihte bulunmadığı göz önüne alın­dığında da bu iddialar bir gerçeklik kazanmaktadır.

Bindusâra’nın ardından tahta MÖ 273 yılında oğlu Aşokavardhana, yaygın bilinen ismiyle Aşoka geçti. Eski yazıtlarda Aşoka’nın ilk olarak kuzeybatıda Taxila’da, ardından da Mahva Bölgesi’nde Uccairide görev yaptığından söz edilir. Aslında ya­sal takdisi ya da taç giymesi (abhis- heka) dört yıl kadar (MÖ 269’a ka­dar) ertelendi. Bu da yazıtlarda söz edilen verasete itiraz edildiği söylen­cesini doğrular niteliktedir. Pek çok ilkel efsane Aşoka’nm büyük kardeşi Susîma’mn kendisine rakip olduğu­nu anlatır. Seylanlı keşişler tarafın­dan anlatılan, tahta giden yolu te­mizlemek için 98 ya da 99 kardeşini katlettiği hikâyesi saçma ve gerçek­ten uzaktır. Yazıtların da doğruladığı şekliyle gerçek; tahta geçtiğinden çok sonra da erkek ve kız kardeşleri için dikkat ettiği yolundadır. Aşoka’nm Budist inanışı benimsemeden önce son derece kötü bir kişi olduğuna da­ir söylentiler asılsız ve uydurmadır. Bu büyük Budist imparator hakkında Seylanlı ya da başka ülkelere ait ke­şişler tarafından aktarılan efsaneler, tarihi gerçeklik değeri içermemek­tedir. Buna rağmen bazı Seylan kay­naklı efsanelerde geçen kimi tarihler gerçeklerle örtüşmektedir. Yine de Aşoka tarihi hakkında tek güvenilir kaynak kendisi tarafından hazırlatıl­mış ve dünyadaki en dikkate değer yazıt koleksiyonu olan, çok sayıdaki sütun ve yazıtlardır. Bu yazıtların or­taya koyduklarından başka kitabeler de ilave edilmiş, farklı form ve diller­deki edebi kayıtlardan çıkan sonuçlar da dikkate alınarak hâlâ var olan abi­deler değerlendirilip düzenlenmiştir. Üzerlerinde isim ya da unvanı bulun­madığı için, Aşoka Dönemi madeni paraları arkeolojik belirleyiciliğe sa­hip değildir.

Hükümdarlık süresinin uzunca bir bölümünü barışa adamış bir in­san olan Aşoka’nm dönemine ait az sayıda politik olay içeren kayıt bulunabilmiştir. Askeri gücü hakkında ise hiçbir kayıta rastlanmaz. Aşoka ile ilgili en çok ilgiyi, bölgesel ta­rikat iken dünya dinlerinden biri olan Budizm’e geçişi ve buna paralel ola­rak kişiliğinde ve politikasındaki de­ğişim çeker. Kendisi tarafından yaz­dırılmış otobiyografisi bu ölümsüz kayıtlar içinde önemliyer tutar.

Aşoka sadece bir saldırı savaşı yaptı, o da Bengal Körfezi kıyıların­da Kalinga’da kazandığı savaştı.

Aşoka’nm nerede ve nasıl öldü­ğü bilinmemektedir. Aşoka'nın ve­rine iki erkek torununun geçtiği görülür. Doğuda Daşaratha ve ba­tı eyaletlerinde Samprati. Bu arada mağaralarda bulunan kısa ithaf ya­zıtlarında bir başka isme. Acivıka'ya da rastlanır.

Samprati’nin varlığı eski yazıtlarca doğrulanmaz. Fakat dedesinin ölümünden sonra batı eyaletlerini yönetmiş olmasının şüphelenilecek bir yanı yoktur. Caynist uzmanlara göre Uccain Sampratinin başken­tiydi. Racputana’daki Acmer den Kathiawar’daki Satruncaya'va kadar uzanan bölgelerde Samprati nin adı pek çok yöresel kayıtlarca nesilden nesile aktarılmıştır. Kathanvar dakı en eski Caynist tapınaklar toplulu­ğunun onun tarafından kurulduğu söylenir. Codhpur Bölgesi’nde Nadlai’de, şimdi yerinde daha modern binanın bulunduğu bir tapınak inşa ettirmiştir.

Aşoka İmparatorluğu’nun ilk a-şamada iki torun arasında bölüşüldüğünü varsaymak gerçekçi yaklaşım gibi görünmektedir. An­cak gerek Daşaratha ve gerekse de Samprati ile ilgili daha sonraki dö­neme ait bilgi bulunmamakta­dır.

Puranalar’da Aşoka’nın varisi olarak pek çok isim metinler içinde geçmektedir. Elde bunlara ait somut bilgi bulunmamaktadır. Bu nedenle hanedanın böyle mensupları var ise de onlarla birlikte idare ne kadar za­man daha sürmüştür, bunu bilmek olanaksız.

Ancak elimizde Maurya Haneda­nının sona ermesini gösteren somut bir delil olarak hanedanm en son hü­kümdarı olan Brihadratha’nın MÖ 185 yılında başkumandanı Pushyamitra Sunga (ya da Pushpamitra) tarafından öldürüldüğüne dair bilgi bulunmaktadır. Bu tarihten itibaren yeni hanedan olarak Sunga’lar yönetime geçmiş ve 137 yıllık Maur­ya Dönemi sona ermiştir.

Arthaşastra binlerce yıldır Hint edebiyatındaki yerini korumasına rağmen, kitap olarak çağımız bi­lim insanlarının eline 1904 yılında ulaşmıştır. Tanjore bölgesindeki bir Pandit tarafından Mysore Govern­ment Oriental Library’ye (Mysore Devlet Doğu Kütüphanesi) bağışla­nan Grantha karakterlerinde­ki bu elyazmasıyla birlikte, Bhattasvamin tarafından yazılmış Sanskrit yorum kitabı olan Pratipadapatçika’nın da bir bölümü bulunmakta­dır. Bu elyazması Dr. R. Shamasastri tarafından İngilizce’ye çevrilerek 1909 yılında Mysore’da basılmıştır. Bu tarihten günümüze kadar Arthaşastra’nın başka çevirileri de yapıl­mıştır.

Kautilya’nm Arthaşastra’sı 15 ki­tap, 150 bölüm ve 180 kısımdan oluşur. Arthaşastra1.1.18’de bu bilgi­nin yanı sıra eserin altı bin şloka’dan (beyit) oluştuğu yazmaktadır.

Arthaşastra’yı oluşturan kitapla­rın ilk beşi tantra olarak adlandı­rılan, devletin iç yönetimiyle ilgili­dir. Sonraki sekiz tanesi avapa, yani komşu devletlerle ilişkileri içerir, son ikisi ise pek çok konunun bir araya gelmesiyle oluşmuş, karışık bir içeriğe sahiptir.

Birinci kitap bir kralın yönetici olarak görevlerini yerine getirmedeki donanımından bahseder. Kralın tali­mi, devletin bakan ve diğer bürok­ratlarının atanması, yönetici tarafın­dan yapılması gereken günlük rutin işler gibi konular tartışılır.

İkinci kitap esas olarak devletin çeşitli üst düzey yetkililerinin gö­revlerini anlatır. Pek çok alanda­ki devlet aktivitesinin adeta bütün resmini verir. Aynı zamanda bu ki­tapta, işgal edilmemiş topraklarda yapılacak faaliyetler, bir kalenin inşası, başkentin planlanması vb. sorulara yönelik tartışmalar bulun­maktadır.

Hukuk ve yönetimle ilgili olan üçüncü kitap, hukukun bütün ka­nunlarını yeniden işler.

Dördüncü kitap suçun bastırılmasını inceler. Hırsızların, katil­lerin, çetelerin ve diğer suçluların nasıl izleneceği, yakalanacağı ve ce­zalandırılacağını gösterir.

Beşinci kitap içerik olarak daha zengin karakter sergiler. Acil du­rumlarda ihtiyaç duyulabilecek ön­lemler üzerinde durur, isyancı ya da isyana teşvik eden kişilere karşı alı­nabilecek tedbirleri anlatır ve devle­te hizmet veren çok farklı kategori­lerdeki çalışanların ücret dağılımı için ilkeler belirler. Bu kitapta ay­rıca devletin üst kademelerine aday olan bir kişinin bu konumu sağla­ma almak ve elde etmek için yapma­sı gerekenler açıklanır. Son olarak, başbakan konumunda görev yapan kişiye, yönetimi elinde tutan kralın ölerek yerini bir başkasına bırakma­sı halinde, yönetimin kesintisiz ola­rak sürmesini sağlayabilmesi için öğütler verir.

Oldukça kısa olan altıncı kitap, yedi prakçti’nin (ideal devleti oluş­turan öğeler) her birini meydana ge­tiren nitelikleri tek tek sıralar; aynı zamanda rucamaööala (krallar da­iresi - Kralın yakın çevresi) devle­tin komşularıyla olan ilişkilerinin tartışılmasına başlangıç olarak tarif edilir.

Yedinci kitap ortaya çıkması muhtemel durumlarda kullanılabi­lecek altı guöa’nın (dış politika ya­saları) her biri hakkında ayrıntılı bir tartışma içerir. En büyük hedef hükümdar dün­yayı fethetmeden önce oluşturulur. Bu nedenle (sonuç olarak) bu ki­tapta düşmanların çeşitli hileler aracılığıyla ya da güç kullanılarak alt edilmesine yönelik pek çok yöntem anlatılmıştır.

Sekizinci kitap vyasanalarla (fe­laketler, eksiklikler ya da çeşitli ku­surlar) ilgilidir. Bu herhangi saldır­gan bir eyleme girişmeden baş etmek açısın­dan önemli­dir.

Dokuzun­cu kitap savaş için yapılan hazırlık­ları işler ve bir sefer için silah altına alınması gereken askeri birliklerintürlerini tarif eder. Bir sefer için ha­rekete geçilmesi gereken doğru za­man, başlamadan önce alınması ge­reken tedbirler ve karşı konulması gereken tehlikeler vb. konular üze­rinde durulur.

Onuncu kitap savaşı konu alır ve ordunun konaklaması, yürümesi, çeşitli savaş durumları, savaş giysi­lerinin çeşitleri ve bunun gibi konu­lar anlatılır.

On birinci kitap tek bölümden o- luşur ve vicigîu'nun (bir bölgeyi e- le geçirmek üzere olan kral. Mutlak zafere ulaşmamış, olası fatih) saüg- ha’lara (bağımsız, oligarşi ile yöneti­len prenslik) nasıl boyun eğdirmesi gerektiğini açıklar.

On ikinci kitap, güçsüz bir kra­lın, güçlü bir kral tarafından tehdit edildiği zaman, onun planlarını al­tüst etmeyi ve sonunda onu nasıl alt edeceğini gösterir.

On üçüncü kitap temel olarak düşmanın takviye kuvvet almış baş­kentinin hile ya da saldırı yoluyla e- le geçirilmesiyle ilgilidir.

On dördüncü kitap düşman ya da casuslardan kurtulmak için fay­dalı çeşitli gizli çözüm ve büyü de içerebilen gizemli uygulamaları an­latır.

En son kitap olan on beşinci ki­tap metin içindeki 32 tantrayukti’yi (bir konunun ele almış ve sunuş yöntemleri) tanımlayarak, örnekler­le açıklar.

BENZER ESERLER VE SONUÇ

Arthaşastra’mn yazarı olarak Ka­utilya’nın başka bazı devlet adamı, siyasal bilimci ve filozoflarla karşı­laştırmaları yapılmaktadır. Kautilya devlet adamı olmasının yanı sıra Brahman kastından gelen öğret­mendir. Uygulamacı siyasetçi ol­masının yanında, siyasal düşünür olması bakımından Bismarck ile karşılaştırılmıştır. H. Jacobi, Kau­tilya ve Bismarck’ın siyasal düşünür­lerin gerçeklerden uzak olduklarını söylemeleri bakımından karşılaştırmalarını yapmıştır. Buradan yola çıkan A. Hillebrandt bu karşı­laştırmanın pek yerinde olmadığını söyler. Bu iki devlet adamının yalnız kendilerinin değil, yaşadıkları orta­mın da çok farklı olduğunu söyle­miştir. Kautilya uygulamalı devlet adamı olmasının yanında siyasal düşünür ve Brahmandı. Bu neden­le adhyapana onun göreviydi Şastra’da adı geçen eski öğret­menlerin çoğu da büyük olasılıkla aynı zamanda uygulamacı devlet adamıydı. Aslında şaşıranın, öğret­menliği uygulamacı devlet adamlı­ğıyla birleştiren kişilerin bir ürünü olduğu görülüyor.

Arthaşastra ve Machiavelli’nin Prens’i

Kautilya’nın, Prens kitabının yazarı Machiavelli ile karşı­laştırılmasına daha sık rastlanır. Kautilya’nın Arthaşastra’sının basıl­masından önce C. Formichi Kamcındaka’yı Machiavelli ve Hobbes'la karşılaştırır. Formichi'ye göre bu üçü arasında şu bakımlar­dan benzerlikler vardır:

-   İnsanı aklından çok tutkuları yönetir. Bu yüzden ceza gereklidir.

-   Uluslar hep birbirine düşman­dır. Onun için düşmanı güç ya da hile kullanarak ortadan kaldırmak gereklidir.

-   Devlete bağlı nedenler dinsel duyguların üstünde olmalıdır.

-   Salt egemenlik için hiçbir sınır yoktur.

Arthaşastra'nın basılmasından sonra G. Botazi, Kautilya ile Thucydides’i ayrıntılı biçimde kar­şılaştırdı. Ona göre ikisi de Machi-avelli’nin öncüleridir. B. K. Sarkar şöyle diyor: “Dış ayrıntılar bir ş ana bırakılırsa Machiavellicihk temelde iki ilkeye indirilebilir: Düşman is­ter gerçek, ister potansiyel olsun her yöntem kullanılarak ezilmelidir ve burada amaç aracı mubah kılar. Bir kişinin, bir grup, parti ya da dev­letin parçası olarak davranışı, bir birey olarak öteki bırevlere karşı davranışından farklı olmalıdır."

Sarkar aynı zamanda bu iki ilke­nin doğal olduğunu ve ikisinin de Arthaşastra'nın öğretisinin temelini oluşturduğunu söyler.

Kautilya ile Machiavelli'nin ay­rıntılı bir karşılaştırmasını yapan W. Ruben bu iki siyasetçinin de "reel-politik” yanlısı olduğunu, do­layısıyla her ikisine göre siyasetçi sahtekâr, kurallara uymayan, dine saygı göstermeyen ve bencil olma­lıdır. Ama aynı zamanda da kendini denetime alabilmeli ve et­kin siyaset izlemeli, yani kaderci olmamalıdır, Ruben aynı zamanda her ikisinin yapıtlarında da siyasetçinin açık sözlü, dürüst ve acımasız oldu­ğundan söz eder.

Machiavellicihk denince genellik­le sahtekârlık ve kendi çıkarma düş­künlük anlaşılır ve bu da ahlak dışı bir bakış olarak görülür. Bu Machiavelli'nin yapıtının öneminin çok kö­tü biçimde çarpıtılmasıdır. Günü­müzde genel olarak onun, hakkında yapılan kötü değerlendirmeleri hak etmediği kabul edilmektedir. Lord Acton’un dediğine göre “Çok yüce bir amaç onu haklı kılmaktadır. Onu, kafasızlar ve bağnazlar, sorum­suz hayalciler ve çıkarcı iki yüzlüler kötü tanıtmıştır.

Machiavelli’nin siyasi felsefesi kendi deneyimleriyle yakından ilgi­lidir. insanların doğal yapısı ve ey­lemlerinin kaynakları konusunda ön yargılarla yola çıkmaz: “Her an kanıtlanabilecek doğrularla doludur Prens.İnsanlar nesnelere oldukları gibi değil olmasını istedikleri gibi bakarlar ve bunun sonu felakettir. İnsanlar kendi kabalık ve açgözlülüklerinin mahkûmudurlar. Dini giysisi hâlâ kötülükleri saklar” (31). Kendi gerek deneyimleriyle, siya­setin bir ahlak alanı sayılamayaca­ğını ortaya koyar. G. Catlin şöyle diyor: “Machiavelli ilk siyaset bilim­cidir. Onun büyük önceli Aristote­les’te bulunmayan bir biçimde, Machiavelli ahlak ve siyaset bilimi­nin farklı şeyler olduğunu söyler”. Ama yine de bu nedenden do­layı Machiavelli’nin ahlakı kapı dı­şarı ettiğini düşünmek yanlış olur. En önemli saydığı siyasal amaçlar; bağımsızlık, güvenlik ve düzenli bir toplumsal yapı. Bunlar gerçek­ten çok önemli amaçlardır ve İtal­ya Machiavelli’nin yapıtında kendi birliğini ve Avrupa ulusları arasın­da kendi Rönesansmm kaynaklarını buldu. Machiavelli, Discourses (Söy­leşiler) yapıtında insanları ahlaksal bir sınıflamaya sokar. En iyiler din kuranlardır der; sonra devlet ku­ranlar gelir; sonra da yazarlar. Bu sınıflamaya ahlaki açıdan hiçbir şey söylenemez. Ne zaman ki, Mac­hiavelli siyasal alanda amaç için her araç mubahtır deyince, öğretisi ahlaksızca ve yıkıcı görülür. Ama unutmamalı ki; bireyin davranışlarını bireysel alanda değil siyasal ortam­da haklı göstermek peşindedir. Böy­le bir öğreti kuşkusuz ki idealci filozoflarca kötülenir. Ama yüzyıllar boyunca uygulamacı siyasetçilerce bu öğreti hep izlendi durdu. Bacon Machiavelli’yi “insanların yapma­maları gerektiği hal­de yapageldiklerini açıkça ve ikiyüzlü­lüğe sapmadan söy­lediği için” öv­dü. Machiavelli ile ilgili geleneksel yer­giler şu ya da bu ne­denle kötülüklerin dürüstçe anlatılma­sına kızanlar yüzündendir. Yaşanan siyasete ilişkin çok az bilgileri olan ideal- cilere ya da bir şeyi övüp başka bir şeyi apmayı çıkarlarına uygun gören iki yüzlülere, Machia­velli’nin izlediği “siyasal ahlaksızlığa ilişkin düşünsel dürüstlük” ters gel­mektedir.

Arthaşastra’da da bu genel ola­rak doğrudur. Ama nedense bu ya­pıt Prensin Avrupa’da basılmasını izleyen şiddetli tepkiyi Hindistan’da uyandırmamış görünmektedir. Mac­hiavelli’nin heykeli Cizvitler ta­rafından yakılmış, kitapları Roma’da engizisyonca yasaklanmış kitaplar listesine konmuş ve onun sapık öğ­retisine ilişkin çok sayıda kitap ya­zılmıştır. Arthaşastrave yazarı Kautilya’nm payına düşen kötülenme çoğunlukla şu ya da bu biçimde batı idealistliğinin çeşmesinden içenlerin elinden olmuştur.

Kitaplarında varsayılan siya­sal koşullar ve bu konuları işleme yöntemleri farklı olsa da, Machia­velli ile Kautilya’mn bakış açıları arasında büyük bir benzerlik oldu­ğuna kuşku yoktur. Şastra, “amaç aracı mubah kılar” da der ve ahla­ki sorunlarla hiçbir ilişkisi olmayan muhalifleri önlemek ve düşmanları yok etme yolları önerir. Ama şunu söylemek gerekir, Şastra ahlakdışı görünen araçları, hainlere ve dev­let düşmanlarına karşı önerir. Böyle araçların yasaya saygılı kişilere karşı uygulanmaması gerektiğini kesin olarak söyler. Machiavelli’nin öğretisinin siyasal eylemlerle ilgi­li kendi deneyimle­rine dayanması gibi Şastra’nın öğretisi de yöneticilerin uygulamadaki dene­yimlerine dayanır. Onun için Prens’in sayfaları içinde Art­haşastra yazarları­nın açıkça destekleyeceği birçok ilke buluruz.

Machiavelli ile Kautilya arasında bir diğer paralellik şu noktada düşünüle­bilir: Machiavelli’nin savaşan kent devletleri arasında bö­lünmüş İtalya’yı egemenliğine almış olan Fransızlarla İspanyolları ülke­lerinden atacak bir İtalyan prensi al­tında birleşecek bir İtalya’yı özleme­si ile Kautilya’nm Hindistan’ın tek bir imparatorluk olarak birleşip Yu­nan işgalini önlemesini görmek is­temesi. Kautilya’nın böyle bir istekle Çandragupta’yı Hindistan’ı yabancı egemenliğinden kurtarma tutkusuy­la donattığı düşünülebilir. Ama Arthaşastra’da böyle bir istek ortaya çık­maz. Bir imparatorluk kurulması ya da yabancı işgalinden kendi ülkesi­ni kurtarma öğretisi, Hindistan or­tamındaki kent devletleri arasında­ki ilişkilerle bağlantılıdır ve bu ilişki daha önceki öğretmenlerden kay­naklanır. Bunlarda Iranlı ve Yunan­lılar gibi yabancıların işgali tehlikesi görülmez; hele hele ülkesini yabancı boyunduruğundan kurtarma isteği hiç yoktur. Kautilya ve Machiavelli arasındaki bu farkın nedeni; Machi­avelli’nin akimda sürekli olarak o za­manın İtalya’sındaki belirgin tarihsel durum varken, Kautilya’nm yapıtı­nın hiçbir tarihsel ortamla ilgisi gö­rülmez.

Bu aynı zamanda iki yapıttaki konuların işlenişi arasındaki far­kı da açıklar. Machiavelli yöntemi, kendi gözlemlerinden çıkardığı so­nuçların kanıtı olarak tarihe bak­ması dolayısıyla, tarihsel yöntem­dir. Öte yandan Arthaşastratarihi hemen hemen hiçe sayar ve çok de­ğişik siyasal durumlar hayal etmek­le ve bunları çözümleyecek yollar önermekle yetinir. Bu yüzden de kitapta herhangi bir zamanın gün­cel ortamıyla ilgisiz görünen bir di­zi olasılıklar görünür. Elbette, bü­tün bu durumlar hayal edilmiş gibi görünse de hayali değildirler. Bun­lardan her biri kitapta varsayılan si­yasal koşullar ortaya çıktığında gö­rünebilir.

Arthaşastra ve Antik Yunan’daki siyaset eserleri

Arthaşastraile Eski Yunan’daki siyaset üzerine yazılar arasındaki te­mel bir fark, yazdıkları amaca iliş­kindir. Arthaşastra’ın bütünüyle pratik bir amacı vardır: bir ülkenin nasıl yönetileceğini göstermek. Eski Yunan’daki yazılar ise bununla hiç ilgilenmezler. Onlar insanın içinde­ki en iyiyi gerçekleştirme sorunuyla ilgilidirler; yani aradıkları devlet yo­luyla en iyi nasıl gerçekleştirilebilirdir. Böylece onlar kusursuz devleti düşlemeye çalışmaktadır. Platon’un devleti, insan için en yüksek değer olarak kabul edilen adaletin en eksik­siz bir biçimde ele alındığı kusursuz bir devlet arayışıdır. Platon’a göre adalete cahillik ve bencillik yüzünden ulaşılmaz. Cahilliğe bulduğu çözüm, devletin toplumsal işlevlerinin artırıl­ması ve toplumun üç sınıfa ayrılması: Koruyucular, savaşçılar ve çiftçiler, ya da altın, gümüş ve demir sınıfları. Bencillik için ileri sürdüğü çözüm ise bir çeşit komünizm, yalnız mülkiye­tin değil, ailenin de ortadan kaldırıl­masıdır. Platon’un devletinin güncel siyasette gerçekleşmeyecek bir ideal olduğu açıktır. Aristoteles de bu yön­den onu eleştirir.

Platon’un başka çözümler de önerdiği unutulmamalı; Politicus ki­tabında hükümdarın kamuoyu ya da yasalarca engellenmediği sınırsız monarşi önerir. Kralın bilge bir insan olacağını varsayan bu çözüm, aşı­rı bir çözümdür. Daha uygulanabilir bir çözüm Lawskitabmdadır. Burada Platon komünizmi terk edip ataerkil aileyi benimseyerek, monarşi ve de­mokrasi karışımı bir toplum yapısı önerir. Platon’un kitaplannda, özel­likle Devlet’te yüksek idealizm görü­lür. Bu yüzyıllar boyu batıda siyasal düşünceyi ve sonraki düşünürleri et­kiledi. Platon’dan günümüze siyaset ve bir felsefe dalı haline geldi. Öy­le ki siyaset çok ender olarak kişisel yarar ya da ahlak sorunlarından ayn olarak düşünülebildi. Catlin’e göre Platon’un başlattığı siyaset bilimi iki binyıl boyunca hep ahlakla ilişkili olarak incelendi. Böylece şimdi siyasal felsefe siyasal bilime dönüşmektedir.

Platon ile Arthaşastra arasında çok az benzerliğin olduğu açık. Arthaşastra siyasete felsefe dalı olarak bakmaz. Belki insan için en yararlı olan konusunda kendi görüşleri var­dır, ama devlet bunun gerçekleştiril­mesi için kurulmamıştır. Böylece ki­şisel ahlak toplumsal yarardan kesin çizgilerle ayrılır. Arthaşastra’nınuy­gulamadaki gerçekçiliği Platon’un idealizmine taban tabana zıttır.

Aristoteles’e gelirsek, onun Kautilya’nm çağdaşı ama biraz daha büyü­ğü olduğunu görmek ilginçtir. Kautilya’nın Nanda Hanedam’ın tahttan indirmek için stratejiler geliştirdiği bir zamanda, MÖ 322 yılında Aris­toteles öldü. Belli ki öğrencisi Büyük İskender’in fetihlerinin Aristoteles’in öğretileri üzerine hiçbir etkisi olma­dı. Çünkü Aristoteles öğretisi kent- devleti kavramına dayalıdır. Bu da sözünü ettiğimiz fetihler sonucu anlamını yitirmiş bir kavramdır.

Benzer biçimde Kautilya ki­tabında Çandragupta’nın fe­tihleriyle hiç ilgilenmez ve esas olarak orta büyüklük­te bir devletin siyasetiyle filgilenir.

Yunan siyaset düşüncesi tam bir insan felsefesinin par­çasıydı. İnsan için en iyi ya­şam, çoğunluğu ahlaki olan belli ideallerce belirlenir ve in­san bunları yaşamında gerçek- leştirmelidir. Devlet, bu ideal­lerin gerçekleşmesini olanaklı hale getirmelidir. Hedeflenen şey bu amacın ulaşılabileceği kusur­suz devletin ortaya çıkarılmasıdır. Bu yüzden, Yunan siyasal düşünce­si devletin örgütlenme biçimine ve yurttaşların bu örgüt içindeki konu­muna çok yer ayırmıştır. Öte yandan Arthaşastrainsan için en büyük yarar sorunuyla ilgilenmez. Bunu felsefeye bırakır. İnsanın dünyadaki yaşamı söz konusu olunca devletten bekle­nen şey bireyin kendi svadharması’m izlemesini sağlamanın yanında bu sis­temi kutsal bir şey olarak korumak­tır. Bu korumaya özel bir önem ve­rir. Devlet örgütlenmesinin biçimi bu amaç için gereksiz olduğundan devle­tin en iyi örgütlenme biçimi araştırıl­maz. Yalnızca hükümetin uygulama güçlükleri üzerinde durulur. Böylece Yunan siyasal düşüncesi, devlet ör­gütlenmesi ve insanın bununla iliş­kisi gibi kuramsal sorunlarla uğraşır­ken, Arthaşastra esas olarak yönetim ve savunmanın güncel sorunlarıyla il­gilenir. Her ikisinin de konusu siya­settir, ancak bu bilimin değişik yön­leriyle uğraşırlar. Bu yüzden ikisinin sağlam bir karşılaştırmasını yapmak zordur. Kuramsal çözümlemelerde Yunan siyasal düşüncesi kesinlikle rakipsizdir. Ama güncel siyasetin çö­zümlemeleri üzerinde Arthaşastra’nm benzersiz olduğu söylenebilir.

Arthaşastra ve Ortaçağ Doğu eserleri

Kautilya ve Arthaşastra üzerine yapılan karşılaştırmalar bunlardan ibaret değildir. Ancak ülkemizde bu alanda bir çalışma yapılmamıştır. Oysa Osmanlı tarihinde önemli bir yeri olan risaleler içinde, Arthaşastra ile benzerlik gösteren örnekler mev­cuttur. Bunların içinde Koçi Bey Risa­lesi (Risale-i Koçi Bey) ve Nesayihü’l-vüzera ve’l-ümerâ veya Kitab-ı Güldeste en önemlileridir.

Her iki eser de yönetimde söz sa­hibi olmuş bir devlet adamı tarafın­dan, tıpkı Arthaşastra’da olduğu gi­bi devlet yönetimi alanında öğütler vermek amacıyla yazılmıştır. Koçi Bey, risâlesini 1631 yılında IV. Murad’a sunmuştur. Defterdar Sarı Mehmet Paşa'nın ise eserini 1714-1717 yılları arasında yazdığı kabul edilmektedir

İçerik ve amaç bakımından Arthaşastra ile benzerlik gösteren bu eserlerden başka risaleler de bulun­maktadır. Risale, İslam dininin do­ğuşundan sonra ortaya çıkmıştır. Haşiye (ek), şerh (yorum) isimle­ri de verilen bu küçük kitaplar dini konular üzerine çözümler önermek için yazılmıştı

Kaynak:

KOTILYANIN ARTASASTRASI
Ali Küçükler
Ankara-2001


Benzer Haberler & Reklamlar