Türk arkeolojisinde paradigma değişimi sürüyor mu? Arkeoloji kazılarının başarısı neyle ölçülüyor. Bir yandan Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın en yetkili ismi kazılara ayrılan rekor ödenek bütçelerini açıklıyor öte yandan pek çok arkeoloji kazısı ödenek yetersizliğinden "başlamadan bitmek" zorunda kalıyor.
Türk Arkeolojisinde son yıllardır hemen hemen tüm etkinlik kulislerinde dile getirilen pek çok çetrefilli uygulama var. Arkeoloji Kazılarının kazı başkanlarının adıyla özdeşleşen arkeologlardan dahi alınarak alanla ilgisi olmayan ve titri tartışmaya açık isimlerin kazı başkanı yapılmasından, koordinatör kazı başkanlığının 'icadı'na kadar pek çok uygulananın sakıncası; pek çok arkeolog tarafından tartışılıyor. Akademik yeterlilik tartışması ve üniversitelerin eğitim kalitesi de bu konuların başında geliyor. Dünyanın önde gelen akademik dergilerinde Türk arkeologların imzasını taşıyan makale sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, pek çok arkeoloji kazısının kazı sonuçları raporlarının bile yayınlanmadığı dedikoduları ayyuka çıkmış durumda. Kazı sonuç raporunu internet sitesinde yayınlayan bir kaç kazı dışında, hangi kazıda o sene ne yapıldığı ve hangi bilgilere ulaşıldığı ancak yıllık Kazı Sonuçları Kongresinde yayınlanan sunumlarda görülebiliyor.
Son yıllarda medyada yer alan arkeoloji haberleri üzerinde yapılacak bir inceleme bile bu alanda ciddi sorunlar olduğunu göstermeye yetiyor aslında. Çoğu, alanda bulunan ve üniq dahi olmayan herhangi bir objenin bulunuşuna odaklanmış, onlarca yıldır tekrarlanan bilgileri ısrarla tekrar eden, metni birbirine çok benzer, hemen her birinin metni diğerinden ayırt edilemeyen ve haberde konuşan her arkeoloğun "alanın turizme kazndırılmasından" dem vurduğu haberler..
İşin ilginci, kulislerde mangalda kül bırakmayan arkeologların, kamuya açık ve medya mensuplarının yer aldığı ortamlarda ağzını bıçak açmaması.
Doğaldır ki bu sorunların dile getirilmemesi problemin var olmadığı anlamına da gelmiyor.
Kültür ve Turizm Bakanlığının 2025 yılı bütçesine dair TBMM Genel Kurulunda sunum yapan Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Bakanlığının 2025 yılı bütçesinin, bağlı ve ilgili kuruluşlar dahil olmak üzere 53 milyar 202 milyon 392 bin lira olarak öngörüldüğünü belirtmişti.
Peki bu bütçeden kazı alanlarına ayrılan rakam ne kadar. Bakan Ersoy pek çok toplantıda kazılara rekor miktarda bütçe ayırdıklarını yineledi.
Ancak pek çok kazı başkanı ödenek yetersizliğinden dertli.
Sosyal medyada geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir paylaşımda Türk arkeolojisindeki paradigma değişimi ve arkeolojik kazı alanlarının başarı ölçütüne bakış problemine dair önemli ipuçları yer aldı.
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Halil Tekin'in 30 Temmuz ve 18 Temmuz tarihli paylaşımlarını sizlerle yorumsuz olarak paylaşıyoruz. Metinlerdekş ara başlıkları arkeolojikhaber tarafından eklenmiştir.
İşte o yazılar:
TÜRK ARKEOLOJİSİ YOL AYRIMINDA (MI?)Arkeolojinin bilimsel bir disipline dönüşme süreci oldukça eskidir. Bilinçli olarak toprak altından "estetik değeri yüksek ve değerli metal / taşlardan eser" aramaya dönük en eski çabalar günümüzden dört bin yıl öncesine, Eski Mezopotamya'ya kadar dayanmaktadır. Eski Mezopotamya'nın şehir halkı bir höyük üzerinde yaşadığını ve evlerinin altında geçmişe dair kalıntılar olduğunun farkındaydılar.
Zaman içinde Avrupa'da Antik Yunan ve Roma kalıntılarını gün ışığına çıkarmaya yönelik çabalar dönemin saray erkanı tarafından teşvik edilmiş ve arkeoloji bir "koleksiyoner" yaklaşımıyla olgunlaşmaya başlamıştır. Özellikle 19. yy. süresince Avrupa monarşileri, başta Yakın Doğu ve Mısır olmak üzere, diğer sömürge ülkelerinin toprak altındaki taşınabilir ve "Sanat Değeri" yüksek eserlerini kendi ülkelerine taşımaya ve bunları bir prestij ürünü olarak saraylarındaki özel salonlarda sergilemeye yöneldiler.
20. yy. başlarına gelinceye kadar arkeoloji Batı Dünyasında "Sanat Değeri Yüksek" ve "Albenisi" fazla olan eserler üzerinden, çoğunlukla aristokrat sınıfın ilgi odağındaki bir uğraştı. Bu durum Osmanlı için de geçerliydi. Bir Osmanlı asilzadesi olan Osman Hamdi Bey öncülüğünde 19. yy. sonlarında İstanbul'da önemli bir müze kurulmuş ve memleketin dört bir yanından toplanmış "Sanat Değeri Yüksek Eseler" (çoğunlukla taş) bu müzede sergilenmiştir.
ARKEOLOJİNİN PARADİGMASINDA EKSEN KAYMASIBaşlangıçta "Eser Odaklı" bir yaklaşımın hâkim olduğu arkeolojinin "Paradigmada Eksen Kayması" 20. yy. başlarında yaşanmaya başlamış, özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası bu daha da belirginleşmiştir. Elbette bunda hem Sovyet hem de Amerika'nın ciddi etkisi vardır. Yani bir bakıma "Soğuk Savaş" etkisi arkeolojide de kendisini güçlü biçimde hissettirmiş, arkeolojik kazılarda "Sanat Eseri" bulmaya dönük ana hedefler yerini "Sosyal Yaşam" üzerine odaklanmaya bırakmıştır.
Bundan hareketle, yerkürede genellikle kazıların planlamasında yerleşimin eski sakinlerinin yaşam biçimine dair her türlü kalıntı önemsenmiş ve bunu tespit etmek için Fen Bilimleri başta olmak üzere, diğer disiplinlerin yöntem ve aygıtlarına kazılarda çok daha geniş yer verilir olmuştur. 20. yy'ın ikinci yarısından itibaren arkeoloji sadece arazide toprak çıkarmanın ötesinde ciddi laboratuvar çalışmalarına dayanmaya başlamıştı.
Bunun doğal sonucu olarak, 19. yy. süresince (hatta 20. yy'ın ilk yarısında bile) arazide sadece birkaç arkeolog ve yüzlerce işçiyle yürütülen kazılar yerini daha az işçi ve çok sayıda uzmanın görev aldığı bir yapıya dönüşmüştür. Böylelikle, eskiden sadece "hafriyat toprağı" olarak görülen ve içinde insan elinden çıkmış eser yoksa pek de dikkate alınmayan kazı toprağı, artık bir "kültür toprağı" olarak nitelendirilmekte ve bir dedektif hassasiyetinde incelenmeye ve tüm bulgular tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak da kazılar eski hızına göre yavaşlamış olduğundan bu sefer de konu hakkında bilgisi olmayanlar kazı heyetlerine "bu yıl sadece bu kadar mı genişlediniz ya da derinleştiniz?" şeklinde sitem ve küçümseyici söylemlerde bulunmaya başlamıştır.
21. yy. başlarından itibaren Türkiye'de toplumun arkeolojiye yaklaşımda gözle görülür değişim yaşanmaktadır. Yüzyılın başında Zeugma ile birlikte arkeoloji geniş kitlelerin odağı olmaya başlamış, ardından Göbekli Tepe ile birlikte bu ilgi zirve yapmıştır. Sosyal medyanın tüm yaş gruplarında yaygınlaşmasına koşut olarak, arkeoloji ülkemizde bir "entelektüel" ilgi alanına dönüşmüş ve çok sayıda kişi kendisini amatör arkeolog olarak konunun bir paydaşı olarak görmeye başlamıştır.
Diğer taraftan, bu yeni süreçte bazı çevrelerce "kazılar neden yavaş ilerliyor?" şeklinde söylemler başlangıçta zayıf, ancak son yıllarda daha güçlü biçimde dile getirilmeye başlandı. Modern arkeolojinin kazı prensipleri hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan bu tür çevreler, sosyal medya üzerinden de ciddi algı ve baskı oluşturabilmektedir. Görünen o dur ki, bu eğilim son yıllarda ülkemizin kültür politikalarında söz sahibi olan ve yön veren çevreleri de etkisi altına almış görünüyor.
ARKEOLOJİK ALANLARIN BAŞARISI, GİŞE BAŞARISINA MI İNDİRGENDİ?Kazı heyetleri "Daha Geniş, Daha Derin" baskısı altında kalmakta, "Başarı" (!) buna göre ölçülmektedir.
Buna ek olarak, kazı heyetleri pek çok çevreden "Bu Yıl Değerli Ne Buldunuz?" sorusuna da (daha çok yine sanat değeri yüksek eser odaklı) maruz kalmaktadır.
Öte yandan, bir kazı alanının başarısı zaman içinde girişteki turistik "Gişe Başarısı" ile orantılı olarak ölçülmeye (en azından algı böyle) başlanmıştır.
Bu yaklaşımın bazı kazıları derinden etkilediğine dair maalesef işaretler de mevcuttur. Son zamanlarda sosyal medya üzerinden kimi kazı başkanları doğrudan, kimi zaman ise bir heyet üyesi elinde bir kap ya da heykel parçası tutarak "ne kadar güzel bir eser" (!) bulduklarının fotoğrafını kamuoyu ile paylaşmakta ve kazılarının ne denli "önemli" (!) olduklarını ispat etmeye çalışır görünmektedir.
PROVİNCİA ASİA ARKEOLOJİ KAZISININ DRAMI: BİR TUNÇ KAZANLA ANILMAKBu o noktaya geldi ki, Orta Çağ'da herhangi bir yerleşimde bulunması doğal olan ve Anadolu'nun kırsal kesiminde hala kullanımda olan bir "tunç kazan" bile günlerce sosyal medyanın en popüler arkeoloji buluntusu haberi olarak paylaşılmaktadır. Oysa o kazı alanı, Antik Dünyanın en tanınmış krallık merkezlerinden birisi olup, daha sonra bir kıtaya adını verecek olan Roma'nın ilk eyaleti (Provincia Asia) olma özelliğine de sahiptir. Ve maalesef yerleşimin önemi günümüzde bir "tunç kazan" ile anılacak seviyeye indirgenmiştir.
21. yüzyılın ilk çeyreğini tamamladığımız bu günlerde Türk Arkeolojisi ciddi bir yol ayırımındaymış izlenimi vermektedir. Bu süreçte ya 19. yy. arkeolojine geri dönülecek ve sadece ziyaretçileri etkilemeye dönük "Sanat Değeri Yüksek Eser" bulunması hedeflenecek ya da çağın gereği olarak kazıların "Bilgi Odaklı" olması teşvik edilecektir; ikisi birden zor görünmektedir.
2025 yılı kazı bütçelerinin dağılımı göz önüne alındığında, bu konuda karar verici mercilerdekilerin sanki birincisini tercih etmiş olduğu izlenimi uyanmaktadır.
Umuyorum ki, ben ve benim gibi bu tür hisse kapılanlar yanılıyoruzdur.
TOPRAK TEPELER" Başarısız Kazılar (mı)?Paleolitik Çağ boyunca hammadde olarak çoğunlukla taşı kullanan Homo sapiens, yerleşik yaşamın başlangıcında da (ca. 10.500-8.500) bu alışkanlığını devam ettirmiş görünüyor. İlk yerleşik topluluklar yaşam alanı olarak işlenebilir taşın (çoğunlukla kireçtaşı) bol olduğu tepelik alanları (denizden ortalama 900-800 m yükseklikte) tercih etmişti. Hiç kuşkusuz bunun ana nedeni besin ekonomisinin hala avcılığa dayanmasıydı. Öte yandan, ilk yerleşimlerin tercih edildiği tepelik alanlar aynı zamanda (başta yabanıl tahıl olmak üzere) yeteri besin kaynağına sahipti.
Kilin değerlendirilebilir bir hammadde olarak yaygınlaşması ise ca. MÖ 9. binyılda, ilk önce bina inşasında başlamış, MÖ 7. bin yılın başlarından itibaren iç ve dış dinamiklerdeki değişim ile yaşam alanları tepelik alanlardan düzlüklere indirilmek zorunda kalmıştı. Bu yeni süreçte kil, yaşamın en değerli hammaddesi konumuna gelerek sadece bina inşasında değil, aynı zamanda besin hazırlama ve tüketiminde ana malzeme konumuna yükseldi.
MÖ 7. binyıl sonrasında Eski Yakın Doğu / Önasya coğrafyasının düzlüklerinde topraktan yapılan binaların zamanla harabeye dönüşüp tepeler oluşturması nedeniyle günümüzün höyükleri meydana gelmeye başladı. Bugün Türkiye'nin ve çevre coğrafyaların neresine gidilse bu höyüklerin hemen eteklerinde veya kısmen üzerinde, çoğunlukla yaşamın devam ettiğine işaret eden modern yapılaşma görülebilmektedir.
"Toprak Tepeler" olarak adlandırılabilecek binlerce höyük, aynı zamanda ülkemiz kültür tarihinin en değerli bilgi kaynaklarındandır. Bu höyüklerde yürütülen arkeolojik kazılarda ülkemizin toprak altında kalmış ve zaman içinde unutulmuş kültür varlıkları gün ışığına çıkarılmaktadır. Bilindiği gibi yeryüzünde ilk arkeolojik kazılar Osmanlı topraklarında, Musul vilayeti sınırları içinde yer alan Khorsabad / Dur-Şarrukin, Kalhu / Nimrud ve Ninive / Ninova gibi höyüklerde (1842-1845) gerçekleştirilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da ilk kazılar "Toprak Tepeler" olarak nitelendirilebilecek olan Ahlatlıbel (Ankara) ve Alaca Höyük'te yürütülmüştür. Türk Tarih Kurumu oluşturulduktan sonra yürütülen kazıların önemli kısmı höyüklerde gerçekleştirilmiştir.
Bununla birlikte, son yıllarda "Toprak Tepeler" sanki bazı çevrelerce arkeolojik cazibesini yitirmiş gibidir. Bir kazıda mermerden sütun, kireçtaşından "T" biçimli dikilitaş, mermerden inşa edilmiş amfitiyatro, çeşme veya deniz feneri gibi anıtsallık içeren buluntu yoksa (yani höyük veya mağara kazısı ise), sadece kamuoyunun değil, kültür politikaları ve finanslarında karar verici makamların da ilgisi dışına çıkmış izlenimi vermektedir.
Bu tür bir "Toprak Tepe" olan Kahramanmaraş'taki Domuztepe Höyüğü kazılarının yürütücüsü olarak gözlemim şu dur ki, Pandemi sonrası artık düzenli bir kazı sezonu gerçekleştiremiyoruz. Her ne kadar her yıl bir sonraki kazı sezonunu ayrıntılarıyla planlayıp yetkili makamlara iletiyor olsak da uygulamayı gerçekleştirecek asgari ödeneğe ulaşılamadığı için hedefin çok gerisinde kalmaktayız.
Bilindiği gibi ülkemiz için höyüklerde en uygun kazı sezonları Haziran-Eylül aylarını kapsamaktadır. Kazı heyeti üyeleri bir üniversiteye mensup oldukları için, üniversitenin yetkili organlarından araştırma izinlerinin alınması da ancak bu süre zarfında mümkündür. Elbette kazı alanı üniversitesine çok yakın olan az sayıdakiler hariç!
İlk arazi çalışmasına 1985 yılında öğrenci olarak katıldığımdan ülkemizdeki arkeoloji bürokrasisinin neredeyse son 40 yılı hakkında bazı bilgilere sahibim. Önceleri kazı ödenekleri Şubat-Mart döneminde ilgili makamlara ulaşır, kazı heyetleri de kazı planlamasını (gerekirse) buna göre yeniden düzenlerdi.
Oysa birkaç yıldır, bütçeler birkaç dilim halinde gönderilmekte ve (birkaç istisna hariç) höyük ve mağara kazılarının ilk dilim bütçeleri (bu yıl olduğu gibi) Temmuz sonunda ve arazide çalışmalara yetmeyecek düzeyde (birkaç yüz bin lira) düşük miktarda serbest bırakılmaktadır. Bundan dolayı arazi çalışmaları sadece ikinci dilimin serbest bırakıldığı (yine birkaç yüz bin lirayı geçmeyecek şekilde) Ağustos ayında dar alanda ve az sayıda ekip ve işçiyle yürütülebilmektedir.
"2025 YILINDA PEK ÇOK HÖYÜKTE ARKEOLOJİ KAZILARI BAŞLAMADAN BİTTİ"Maalesef 2025 kazı sezonu Türkiye'deki pek çok höyük ve mağara kazıları için başlamadan bitmiş durumda olup, devam eden az sayıdaki "Toprak Tepeler" de kazı başkanları ve ekip üyelerinin kişisel gayretleri ve maddi-manevi özverileriyle kısıtlı ölçekte yürütülecektir.
Ve muhtemelen bazı yetkililerce (geçen yıl olduğu gibi) bu yıl da "Toprak Tepeler" kazıları programa sadık bir çalışma gerçekleştirmedikleri için "Başarısız Kazılar" olarak nitelendirilecek ve kamuoyuna sunulacak gibi durmaktadır.
Yaşar İliksiz - Arkeolojikhaber.com