Anasayfa / Söyleşi

Prof. Dr. Sadettin Ökten: Tarihi yarımadayı elimizle yok ettik

Medeniyet tasavvuru ve şehir arasındaki ilişkiyi değerlendiren Prof. Dr. Sadettin Ökten, şehir kavramı, medeniyet tasavvuru ve İstanbul bağlantılarını yorumladı ve Türk şehirleri kapitalizmin büyük darbesi ile sarsılıyor, dedi.

 

> Şehir kavramı ile medeniyet tasavvuru arasındaki ilişkiye göre İstanbul’u değerlendirebilir misiniz?

> İstanbul simge şehir. Başka simge şehirler de var dünyada. Bir çerçeve çizmek isterim. Birey ve toplum eylemlerle var oluyor. İrade-i eylemler. Yani, bilinçli bir tercih sonucu. Değerler sistemine göre bu eylemleri yapıyoruz. Bizim eylem yapmak için mutlaka mekanlara ihtiyacımız var. Toplum ölçeğinde bu mekanlar, şehirdir. Toplum ölçeğinde düşündüğünüz zaman, kendi değerler sisteminize göre kurguladığınız hayatın eyleme dönüşmesi için uygun bir mekan lazım. Bunun ötesinde görünmeyen değerler sistemi var. Esas motivasyon o. Siz o motivasyona göre bir hayat tarzı kurguluyorsunuz. Değerler sisteminize göre şehirler kurgulamanız lazım. Dolayısıyla şehir kavramı ile medeniyet tasavvuru arasındaki ilişki burada ortaya çıkıyor. İstanbul, İslam medeniyeti tasavvurunda Osmanlı yorumuna göre tasarlanmış bir şehir. New York da pragmatik Amerikan modernitesinin medeniyet tasavvuruna göre kurgulanmış bir şehir. İkisi de etik şehirlerdir.

>  "Etik şehir" kavramını biraz daha açabilir misiniz?

> Her toplum kendi medeniyet tasavvurunun temeli olan değerler sistemine göre bir hayat tarzı kurgular ve onu, o şehri hayat tarzına göre inşa eder. İşte etik şehir kavramıdır bu. İstanbul, İslam medeniyeti tasavvurunda, Osmanlı yorumuna göre tasarlanmış bir etik şehirdir. New York da pragmatik Amerikan modernitesinin medeniyet tasavvuruna göre kurgulanmış bir etik şehir. Mesela Marksistlerin planladıkları şehirler de etik şehirlerdir. Onların düşünce duygu sistemlerine uygundur. O sisteme göre bir hayat tarzı planlıyorlar. Viyana’da "Karl Marx-Hof" isimli bir bina var. İşte bu bina ile Marksist düşüncenin hayata yansımasını görüyoruz. İşte bu onlara göre etik bir şehirdir. Dolayısıyla her toplum kendi medeniyet tasavvurunun temeli olan değerler sistemine göre bir hayat tarzı kurgular ve onu o şehri hayat tarzına göre inşa eder.

Şehir mekanları sizin kurguladığınız hayat tarzını rahatça yaşamanıza imkan verdiği kadar aynı zamanda sizin hayat tarzınızın temelindeki değerleri size hatırlatan, benimseten ve sevdiren bir boyutta da olması lazım. Eğer şehir mekanları size mensup olduğunuz medeniyet tasavvurunu, değerlerini hatırlatıyorsa o zaman o şehre aynı zamanda estetik şehir adını veriyoruz.

> Dünyada estetik şehri temsil eden bir örnek verebilir misiniz?

> Orta Avrupa’da beğendiğim ve sevdiğim bir şehir tam bir Avrupalı kültürü, Viyana. Kendine ait bir modernitesi var. Germen ağırlıklı ama şarka da dönük. Hem etik hem estetik bir şehir. Bizim değerlerimize ait bir şehir değildir ancak, Orta Avrupa değerlerine en uygun şehirlerdendir. Yani, bir Viyanalı nasıl yaşamak istiyorsa orada rahatlıkla yaşayabilir ve kendi değerlerini, modernist Orta Avrupalı değerlerini hatırlar. İsterse maziye gönderme yapabilir. Mesela, New York’ta maziye gönderme yapamazsın. Çünkü, mazi yok. Bugün New York’ta güç var, materyalizm var, pragmatizm var ancak mazi yok. Ancak, eleştirmiyoruz çünkü, onlara göre, Amerikan medeniyeti tasavvuruna göre uygundur.

> Peki, günümüz Saraybosna’sı hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

> Saraybosna, 3 dönem üzerine kurulmuştur. Osmanlı Saraybosna'sı (zaten Osmanlılar bu şehri kurmuşlardır.), Avusturya-Macaristan Saraybosna’sı, Markist Saraybosna’sı. Üçü birbiri üzerinde duruyor. Birbirini yıkmamışlardır. Bu çok önemli. Üç ayrı zihniyeti, aynı zaman diliminde çok rahat görebilirsiniz.

- "Türk şehirleri kapitalizmin büyük darbesi ile sarsılıyorlar"

> Türk şehirleri, söz ettiğiniz bu moderniteye nasıl ayak uydurmuşladır?

> Sade bir şehrin planlamasının tabiatında aşırılıkçı maddi ögeler yok. Bu nedenle, Türk şehirleri ise şu anda modernitenin, daha doğrusu kapitalizmin büyük darbesi ile sallanıyorlar. Bunlar kapitalizmin nimetlerinden çok hoşlandılar. Ancak, bu nimetler onların değerlerinin altını oymaktadır. Şu anda bir kimlik arayışı içerisindeler. Etik ve estetik özelliklerini yitirmişlerdir. Burada yaşayan insanlar hala birtakım değerleri savunuyorlar. Bunlar samimi insanlar. İslam medeniyetine saygı duyuyorlar ancak içerisinde bulundukları şehirlerin medeniyet değerlerine uygun şehirler olmadığının da farkında değiller. Siz maddi ögelerle temas ettiğiniz zaman o ögelerin arkasında mutlaka bir değer ve görünmeyen bir mesaj vardır. Çünkü, o maddi ögeleri birisi üretti.

Esasen, şehirlerin gerçek tabiatında bir insanın asgari ölçüde neye ihtiyacı varsa o var. Bir sebil var mesela şehirlerin tabiatında. Susayınca insanların bedel ödemeden en temel ihtiyaçlarını giderebileceği. Dolayısıyla, o maddi ögeleri üreten insanların bir düşünce ve duygu tercihleri vardı. Bu nedenle, kendi düşüncelerinden ve medeniyet tasavvurlarından oraya bir şeyler kattılar ve size onu sundular. Siz onun sadece fonksiyonunu kullanıyorsunuz çok hoşunuza gidiyor, problemi çözüyor ama, o değerleri üretenlerin, belki de size uygun olmayan değerleri de size yavaş yavaş empoze ediliyor, size akıyor sessizce, kendini belli etmeden.

- "Tarihi yarımadayı kendi elimizle yok ettik"

> "Türk şehirleri, kapitalizm ile kimlik arayışı içerisine girdiler" dediniz. Roma gibi bazı Batı şehirleri de kapitalizme sonradan dahil oldular. Sizce, onlar kapitalizmden sonra neden Türk şehirleri kadar sarsılmadılar?

> Çünkü bu çocuğu onlar doğurdular. Yani, moderniteyi onlar doğurdular. Bu, bize yabancı bir çocuk olarak geldi. Biliyorsunuz, Avrupa’da 'altstadt'lar (eski şehirler) vardır. Eski şehir merkezini muhafaza ederler. Şehrin bir kimlik olduğu konusunda toplumsal bir mutabakat vardır. O şehri, o şekilde müdafaa eden, koruyan zihniyet oradan geri gelecek olan rantı göz ardı eder. Çünkü, kimlik daha önemlidir. Türkiye’de böyle bir şey yok. Ben tarihi yarımadada doğdum, büyüdüm. Çocukluğum, ilk gençliğim, orta yaşa adım attığım zamanlar… Şimdi bakıyorum, bu tarihi yarımadayı kendi elimizle yok ettik. Şu anda tarihi yarımada yok. Tarihi yarımadada birtakım anıtsal eserler var. Öte yandan, iş muhiti ve ikamet yerleri. Şöyle uzaktan baktığımız zaman o anıtsal eserlerin kimliği ile oradaki iş ve ikamet muhiti, hiç uyumu olmayan iki ayrı olgu. Ancak, içerisinde yaşadığımız için fark etmiyoruz bunu.

> Peki, insanoğlu bu modern şehirlerde nasıl mutlu olabilir?

> Modern şehirlerdeki yaşama yerlerimiz, apartmanlar, esasında sanayi devriminin bir ürünü olan yerleşme şeklidir. Gayet pragmatik bir yerleşim yeri ve bu sanayi devrimine çok münasip. Ancak, benim biraz insanları rahatsız etsin diye söylediğim, 'Bir Müslüman apartmanda oturmaz' buna işaret eden bir sözdür. Sizin, çocuklarınızın hatta beslediğiniz evcil hayvanlarınızın ayağı toprağa değdiği sürece mutlu olursunuz.

> Buna çözüm var mı?

> Düşüneceğiz. Bu dünyada ölümün dışında çaresizlik yok, elbette. 'Ne ararsan bulunur derde devadan gayrı.' yazmış Abdülhak Molla, Abdülhak Hamid Tarhan’ın dedesi. Sarayın hekimbaşı. Büyük bir ecza dolabı var ve üzerinde bu cümle yazıyor. Dert değil, ölümün dışında her şeyin çaresi var.

İslam medeniyetinde diyorlar ki (bunun için Müslüman olmaya aslında gerek de yok), Yaratıcı bedii bir ahenk ve orantı ile yarattı. Bu orantıyı tek bozabilen canlılar insan. O halde Müslüman şehri bu ilahi nispeti bozmamalı ki kendi de mutlu olabilsin. Müslüman şehrinde olması gereken üç özellik; nispet, kifayet ve tertip. Tüm meselemiz bu.

- "Modernite vefa borcuna bakmaz"

> Batı toplumlarında yaşayan, çalışmak için giden göçmenler Batı şehirlerine uyum sağlayabildiler mi?

> Avrupa, sizi kendi hamurunda yoğurmadan rahat etmez. Her gidişin bir bedeli var. Bu insanlar Batı dünyasını tanımadan iş gücü olarak gittiler. Biz de tanımıyoruz, şimdilerde yeni yeni tanıyoruz. Batı dünyasının konjonktürel olduğunu, menfaate göre iş yaptığını bilmeden orada yaşamaya başladılar. Gittiler orada güzel paralar kazandılar. Tutunmaya çalıştılar. Birtakım saldırılara da maruz kaldılar, kimilerinin evleri yakıldı. Çünkü modernist insan, egoist insandır. 'Ben' demezse modernist olamaz. Avrupa’ya çalışmak için giden ilk nesiller, 20-30 sene çok kötü işlerde çalıştı ve ondan sonraki nesiller eğitim aldı. Çok başarılıları da var ancak yine orada kabul edilmedi. Her eylemin bir bedeli var.

> Buradan yola çıkarak, Avrupa’da son dönemde yükselişe geçen zenofobiye yani benden olmayana yönelik aşırılıkçı tutum ve davranışlara değinecek olursak, bunun kökeni nedir?

> Avrupa’daki modernitenin tüketim alışkanlıkları kısılmaya başlandı. Giderek zorlaşıyor hayat. Yani, imkanlar varken, herkes bol bol yerken, biraz da toplumun alt kademesinde olanlara düşer. Toplumun sahipleri çok ses çıkarmazlar. Çünkü, iş görüyorsunuz, onların yapmaya belki de tenezzül etmediği işler yapıyorsunuz. Görünen o ki oraya göç edenler bir alışveriş yaptı ve şimdi faturası geri dönüyor. Avrupa sıkışıyor, eski rahatlığı kalmadı. Doğu uyandı, Asya uyandı, Afrika uyanıyor. Avrupa zorlanıyor şimdi. Modernitenin tüketim alışkanlıkları kısıtlanmaya başladı. Bu durumda kimi dışlayacaklar? Tabii ki önce Avrupa’da nesiller boyu yaşayan Avrupa'ya hizmet etmiş göçmenleri. Modernite vefa borcuna bakmaz. Modernite, anı yaşar. Biraz acımasız oldu belki ama benim görüşüm bu. Çünkü, kapitalizmin en büyük başarısı zihinlere ambargo koyabilmesidir. Der ki 'size benim dışımda bir çözüm yoktu yaşamak için.' Bunu sadece İslam düşüncesine göre, yaratıcı söyleyebilir.

- "Afrika, Pigmesi, Hotantosu ile kendisine yeten bir toplumdu"

> Peki, buna rağmen savaştan, kriz bölgelerinden kaçan insanlar neden Batı’ya yerleşmek istiyorlar?

> Akışkan modernite gidiyor uzak yerlere ve yerleşiyor. Oradaki üretim imkanlarını kullanıyor. Sonra, oradaki kaynaklar bitince, orayı öylece bırakıp başka bir kaynağa yöneliyor. Pislediği yer orada kalıyor. Orada kalan yerli insanlar, enkaz bir memleket üzerindeler. Doğa kirlenmiş, savaş olmasa bile doğal şartlar bozulmuş. Daha kötüsü sosyal kirlilik var. Örnek verecek olursak, Afrika, yüzlerce yıldır Pigmesi, Hotantosu ile kendisine yeten bir toplumdu, beyaz adam gelinceye kadar. Modernite gider alır ve orada kirliliği bırakır. İşte geride kalan insanlar modernitenin getirdiği imkanları da tatmış oluyorlar ve ister istemez özeniyorlar. Ancak, Avrupa’nın kadroları dolmuş. Bu nedenle, Akdeniz insan mezarlığına dönmüş durumda. Kendi açılarından bakıldığında göç eden de haklı, bu göçü istemeyen de. Peki, kim çıkarıyor bu hadiseyi. Modernite ve küreselleşme.

- Türkiye'nin göçmenlere karşı tutumu

> Türkiye’nin Batı'ya kıyasla göçmenlere karşı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

> Almanya 120 bin göçmen alıyor. Türkiye, yaklaşık 3,5 milyon Suriyeli'ye ev sahipliği yapıyor. O kadar büyük bir etki ki bu. Bütün dünya üzerinde yayılan bir etki bu. Neye karşı? Modernist zihniyete karşı. Amerika, Orta Doğu savaşını çözebilseydi, çözerdi ancak, istemedi.

Fırat Kalkanı gibi operasyonlar çok şey öğretti bize. Şunu gördü Amerika; YPG ile bir şey olmaz. İstersen 10 bin tır silah ver. Hiçbir şey olmaz. Müsella ve muallem, bin yıllık geleneği olan bir ordu (Türk ordusu) var karşısında. Türkiye, yürüyor yolunda.

Öte yandan, Suriye'de çizilen sınırlar bilindiği gibi Sykes Picot sınırları. Anadolu aşağı doğru akar. Arabistan’a kadar gider. Roma’da da böyleydi, Osmanlı'da da böyleydi. Bu bölgede şu anda 3 devlet var. Slavlar, Persler ve Türkler. Bunlar Anglosaksonları istemiyorlar. Anlaşmalar yapılıyor. Suudilerde zaten devlet geleneği yok. Trump, bir üfledi. Suudların entarisi ters döndü. Selman gitsin, Wilman gelsin hiç mühim değil.

Elif Selin Çalık Muhasiloviç - Umut Özgan / AA