Anasayfa / Aktüel

Gizemi çözülemeyen 25 arkeolojik keşif

Akademik dünyada çok önemsenmese de gizemli arkeolojik bulgu haberleri popüler dünyada sürekli ilgi uyandırmaktadır. Son olarak 27 Ekim'de Live Science dergisinde Heather Whipps ve Elizabeth Peterson imzasıyla böyle bir liste oluşturuldu.

 

Listenin en büyük handikapı Batılı ve Yahudi - Hırsitiyan eksenli okura hitaben düzenlenmiş olması. Bu nedenle de Körtiktepe başta olmak üzere; Türkiye, Kafkasya ve Afrika'daki pek çok arkeolojik gizem listede kendine yer bulamıyor. Hatta mantığı çözülmüş bazı bulgular hala gizemli olarak yansıtılıyor.  Örneğin Ağrı Dağı'nda Nuh'un Gemisi'nin sadece fotoğrafta görünen bir şekilden ibaret olduğunu artık sağır sultan bile duyduğu halde, bu olgu listede hala sırrını koruyor görünüyor. Keza Tutankamon'la ilgili yığınla yeni bulgu olmasına rağmen bu konu da listede görkemli gizemler arasında yer almayı sürdürüyor...

Ama listenin yine de gizemseverlere ve arkeolojiye yeni ilgi duyanlara çok ilgi çekici geleceği bir gerçek.

Live Science dergisinde yayınlanan Heather Whipps ve Elizabeth Peterson imzalı "Hala Gizemini Koruyan 25 Arkeolojik Bulgu" haberi Başak Emir'in çevirisi ile alıntılıyoruz:

Bazı arkeolojik bulgular bilmece gibidir ve belki de birbirinden ilginç birçok teoriye de konu olmalarından dolayı insanları büyüleyen bir tarafı vardır.

Önemle belirtmek lazım ki, arkeolojik bulguların hiçbirini uzaylılarla ya da doğaüstü güçlerle açıklamak mümkün değil. Ancak nispeten yeni bir bilim olan arkeoloji, henüz her şeyi cevaplayabilmiş değil ve daha cevaplanması gereken, belki de hiçbir zaman cevaplanamayacak olan çok fazla soru var.

Bu listedeki arkeolojik bulgular, herhangi bir “uzaylı” teorisi içermese de, hâlâ gizemini koruması açısından oldukça dikkat çekici.

1- Göbekli Tepe (Türkiye)

İnsanlar yaklaşık MÖ 8.000 yılından itibaren ilk önce kalıcı yerleşim yerlerine yerleştiler, tarım yaptılar ve daha sonrasında tapınakları inşa ettiler. Acaba gerçekten böyle miydi?

1994 yılında Şanlıurfa’da yer alan Göbekli Tepe’de yapılan inanılmaz bir arkeolojik keşif, bu hipotezi alaşağı ederek, medeniyetin evrimiyle ilgili yeni sorular doğurdu.

Uzmanlar daha önce, avcı-toplayıcıların yerleşik düzene geçip tarım yapması sonucu anıtsal alanların yapıldığını düşünüyorlardı. Fakat tarıma geçilmeden önce avcı toplayıcı insanlar tarafından inşa edilen Göbekli Tepe, tüm bu düşünce sistemini altüst etti.

12.000 yıllık Göbekli Tepe’deki kazılarda ortaya çıkarılan kanıtlar, tarımın icadının uygarlığın başlamasıyla tetiklendiğini savunan Schmidt’in teorisini destekliyor. Her anıtsal yapının ortasında, üzerinde stilize kollar, eller ve peştamal yontuları bulunan iki adet T biçimli sütun yer alıyor. En büyüğünün ağırlığı 16 tonu aşıyor. Bu taşları yontmak ve yakındaki taşocağından taşımak, çok sayıda insan ve hepsini doyuracak miktarda yiyecek gerektiren zorlu bir organizasyon gerektiriyor.

Burada şimdiye kadar yapılan kazılarda bu insanların yerleşik bir hayat sürdüğüne dair bir kanıt bulunamadı. Bu yüzden Göbekli Tepe’nin dönemsel bir toplanma ve şölen yeri olduğu düşünülüyor.

2- Cengiz Han’ın mezarı (Moğolistan)

Moğol İmparatorluğu’nun dört bir yanından gelen hazineleri içerdiğine inanılan Cengiz Han’ın mezarı, üstünden 800 yıl geçmesine rağmen bulunamıyor.

Cengiz Han bir zamanlar Büyük Okyanus ile Hazar Denizi arasındaki topraklara hükmetmişti. Öldüğünde cenazesinin gizli tutulmasını istemişti. Yas tutan ordusu, cenazeyi taşırken önlerine çıkan herkesi öldürmüş, Cengiz Han gömüldükten sonra mezarın izini kaybettirmek için üzerinde bin at dolaştırılmıştı. Ölümünden sonraki 800 yılda kimse mezarına ulaşamadı.

Cengiz Han, Hunların Moğolların atası olduğuna inanıyordu. Bu nedenle mezarı onlarınkine benzeyebilirdi. Hun kralları 20 metre derinlikte ahşap bölmeler içine gömülür, yerin üzerine kare şeklinde taşlar dizilirdi. Ancak Hun tarzı bir mezarın bulunması biraz zor. Mezar üstündeki taşlar kaldırılmış olabilir. Moğolistan’ın genişliği düşünüldüğünde 20 metre derinlikte bir mezarın bulunması neredeyse imkansız.

3- Antikitera Düzeneği (Yunanistan)

Fantastik bir hazine filmi senaryosunu andıran Antikitera Düzeneği’nin keşfinden itibaren bu buluntu başlıca arkeolojik muammalardan biri olarak kaldı.

1900 yılında sünger dalışçıları tarafından Antikitera batığında bulunmuş olan bu bronz eser, labirenti andıran birbirine kenetlenen dişliler ve açıkta kalan yüzüne kazınmış gizemli karakterleri içeriyor.

1902’de içerisindeki çarklı düzeneği inceleyen arkeolog Valerios Stais tarafından astronomik bir saat olarak yorumlanan ya da bir tür seyrüsefer usturlabı olduğu düşünülen bu düzeneğin özellikleri hâlâ daha arkeologlar tarafından ortaya çıkartılmaya devam ediyor ve şu anda en azından çok karmaşık bir astronomik takvim olduğu biliniyor.

MÖ. 2. yüzyılda yapılan düzenek otuzdan fazla bronz dişli çarktan oluşuyordu. Düzenek, Girit ve Mora yarımadası arasında bulunan bir yük gemisi batığından çıkarıldı. Mekanizma, astronomik olayların zamanlarını ve konumlarını, güneş tutulmalarını, Olimpiyatların zamanlarını hesaplamak için kullanılan bir çeşit hesap makinesi, hatta en erken bilgisayar olarak anılıyor.

Antikitera düzeneği, teknik olarak gelecek bin yıl içinde yapıldığı bilinen diğer tüm aletlerden daha ileriydi. Kadranları üzerinde bulunan ay isimlerinin Korintçe olması düzeneğin kuzeybatı Yunanistan ya da Sicilya’daki Siraküza’dan geldiğini gösteriyor. Fotoğrafta mekanizmanın 82 parçasından en büyüğü ve parçanın röntgen çekilmiş hali gözüküyor.

4- Nazca Çizgileri (Peru)

Yerden bakıldığında pek bir şey ifade etmeyen Nazca Çizgileri’ne yukarıdan bakıldığında inanılmaz derecede heyecan duymamak elde değil. Arkeologlar, ilk kez 1920-1930 yılları arasında bölgeden geçen ticari uçaklar tarafından fark edilen ve havadan görünümleri geometrik çizgilerden, hayvan, bitki ve hayali figürlerin karmaşık betimlerine kadar değişkenlik gösteren bu çizgilerin 2000 yıldan uzun süre önce İnka öncesi Nazca kültürüne ait olduğunu düşünüyorlar.

Ancak hala tam olarak bu çizgilerin ne için yapıldığı bilinmiyor. Antik hac yolu ya da antik astroloji için yapıldıkları ortaya atılan bazı fikirler arasında. Ancak arkeologlar, bu çizgilerin Nazca tanrıları ile ritüelistik bir iletişim biçimi olduklarının daha olası olduğunu belirtiyorlar.

5- İmparator Qin Shi Huang’ın mezarı - terakota ordusu (Çin)

1974 yılında Shaanxi bölgesinde çiftçiler şans eseri 20. yüzyılın en büyük arkeolojik buluşlarından birini ortaya çıkardılar – İmparator Qin Shi Huang’ın (MÖ 259 – MÖ 210) gerçek boyutlu terakota ordusu.

Sır olan bu figürler değil, tarihçiler bu kilden ordunun Çin’in ilk imparatorunu öbür dünyada savunmak için yaratılmış olduğunu biliyorlar. Asıl bilinmeyen, imparatorun nereye gömülmüş olduğu ve mezar odasının ihtiva edebileceği hazineler.

Terakota Ordusu’nun 1,6 km kuzeydoğusunda piramit şeklindeki bir anıt mezar bulunuyor. Ancak, henüz hiçkimse Qin Shi Huang’ın kalıntılarının bulunduğu bu anıt mezara girmedi.

İlk imparatorun bu son dinlenme yeri, yapımını anlatan antik belgelerin de belirttiği gibi, şimdiye kadar Çin’de yapılmış en gösterişli mezar. Çevresindeki “krallık” ile tamamlanan bu yeraltı sarayı bir mağara ağından oluşuyor ve gelişmiş bir drenaj sistemi içeriyor. Arkeologlar mezarda güvenli bir şekilde kazı yapmak için gereken teknolojiye sahip oluncaya kadar (mezarın tehlikeli boyutlarda civa barındırdığı düşünülüyor) bu mezar ve içindeki hazineler gizemini koruyacak.

6- Mısır Piramitleri (Mısır)

Hala açığa çıkabilecek pek çok bilinmezinin yanı sıra Mısır Piramitleri hakkında sadece şu ana kadar bildiklerimiz bile inanılmaz derecede büyüleyici.

Neredeyse 5000 yıl önce günümüz Kahire’sinin yer aldığı bu bölgede inşa edilen 3 piramit kompleksi, antik Mısırlıların firavunlarına olan hürmetini ve ölümden sonra yaşama olan incelikli inançlarının ahiti olarak bölgeye hükmediyor.

Arkeologlar hala piramitlerin içine inşa edilmiş yeni tüneller ve bölümler keşfediyor ve bu büyük anıtların yapım tekniklerine dair ipucu arıyorlar.

7- Tutankamon’un ölümü (Mısır)

Sadece birkaç arkeolojik gizemin bu kadar heyecan uyandırabileceği bir diğer buluntu ise Mısırlı çocuk firavun Tutankamon’un gizemli mumyası.

Kral Tut’un mezarı 1922’de İngiliz Mısır Bilimcisi Howard Carter tarafından ortaya çıkarıldı ve o zamandan beri mezara gelenleri öldüren bir “firavun laneti” hikayesi dolaşıyor. Ancak Kral Tut’un mezarının asıl gizemi, herhangi bir lanetten daha fazla merak uyandırıyor. Arkeologlar, kralın beklenmedik şekilde, muhtemelen bir enfeksiyon ya da bir at arabası kazasında oluşan yaralanmalardan öldüğüne inanıyor. Onun zamansız ölümünün, mumyasının keşfedildiğinde bulunduğu garip durumu açıklamaya yardımcı olabileceği düşünülüyor.

Kral Tut, cesedi mumyalandıktan ve mezarın mühürlenmesinden sonra ateş yakmış gibi görünüyor. Mumyayı inceleyen uzmanlar, yanıcı mumyalama yağlarına batırılmış olan Kral Tut’un keten örtülerinin havada oksijen ile reaksiyona girerek kralın cesedini tutuşturan bir zincir reaksiyon başlatıp “yaklaşık 200 derece” de cesedi bir nevi pişmiş olduğuna inanıyorlar.

Ateşe neden olan acemice yapılmış mumyalama işinin arkasında alelacele bir gömü yapılmış olması olası görünüyor. Ancak bu kraliyet figürünün acele gömülmesi, başka bir gizemi de doğuruyor: Kral Tut’un mezarının başkası için inşa edilmiş olması mümkün ve aynı mezarda gömülü henüz keşfedilmemiş başka mumyalar da olabilir.

8- Ölü Deniz Parşömenleri – Bakır Tomar Hazinesi (Filistin)

1952’de Kumran’da keşfedilen eski bir bakır tomar, büyük miktarda gizli altın ve gümüşü tarif edebilir, ancak hiç kimse o hazinenin var olup olmadığını ya da nerede olabileceğini bilmiyor.

Bakır tomarlar, Filistin topraklarında şimdi Batı Şeria olarak bilinen bölgede bulunan Ölü Deniz Parşömenleri arasında bulundu. Roma İmparatorluğu’nun Kumran yerleşimini kontrol altına alması yaklaşık 2.000 yıl öncesine dayanıyor. Araştırmacılar, bu tomarların, bölgenin Roma güçlerine karşı sıkça yapılan ayaklanmalar sırasında yerli halk tarafından gizlenmiş bir hazineyi tarif edebileceğine inanıyorlar.

9- Ahit Sandığı (Kudüs)

Ahit Sandığı, Tevrat’a göre, 10 emirin yazılı olduğu taş tabletleri içeren altınla kaplanmış ahşap bir sandık. Antik çağlarda bu kutsal kutu, Kudüs’te Yahudi bir ibadet yeri olan Birinci Tapınakta tutuluyordu. Fakat İlk Tapınak, İbranice İncil’e göre, Kral II. Nebukadnessar tarafından yönetilen bir Babil ordusu tarafından 587’de tahrip edildi. Bu tarihten itibaren, birçok kişi (hem gerçek hem de kurgusal) Ahit Sandığını aramak için oraya gitmiş olsa da, ona ne olduğunu kesinlikle kimse bilmiyor.

Şu ana kadar hiçkimse kutsal sandığı bulamadı (elbette Indiana Jones dışında). Bazı eski raporlar, Nebukadnezar’ın kenti yağmaladıktan sonra sandığı Babil’e götürdüklerini söylüyor. Diğerleri ise sandığın Kudüs’te bir yere gömüldüğünü veya İlk Tapınak ile birlikte yok edildiğini söylüyor. Modern raporlar ise, sandığın Etiyopya’daki bir manastırda olduğunu gösteriyor.

Ve kısa süre önce tercüme edilmiş eski bir İbranice metin, Ahit Sandığı’nın kendi kendine ortaya çıkacağını, ancak bunun Davut oğlu Mesih’in geleceği güne kadar gerçekleşmeyeceğini belirtir.

10- Voynich Elyazması (İtalya?)

20. yüzyılın en çok konuşulan kitaplarından birisi ve hiçkimsenin okuyamadığı eski bir metin. Voynich el yazması, 1912 yılında antik bir kitapçı tarafından keşfedilen, bilinmeyen bir alfabeyle yazılmış ve çıplak kadın vücudundan şifalı bitkilere ve Zodyak işaretlerinden oluşan bir dizi resim içeren 250 sayfalık bir kitap.

Şu anda Yale Üniversitesi’nin Beinecke Nadir Kitap ve El Yazması Kütüphanesi’nde yer alan kitap, araştırmacılara göre 600 yıl öncesine dayanıyor ve Orta Avrupa’da yazıldığı düşünülüyor. Bazı bilim insanları, kitabın anlaşılmaz kelimelerle dolu bir Rönesans dönemi aldatmacası olduğuna inanıyor olsa da, kitabın metninin bilinmeyen bir dilde yazıldığını düşünenler de var. Diğerleri ise kitabın henüz kırılmaması gereken birtakım kodları olduğuna inanıyor.

İngiltere’deki Bedfordshire Üniversitesi’nden dilbilimci Profesör Stephen Bax, Şubat 2014’te Voynich elyazması karakterlerinin 14’ünü deşifre ettiğini iddia etti. Kitap, muhtemelen doğa üzerine bir tez yazısı olup, Yakın Doğu veya Asya dilinde yazıldığı iddia ediliyor.

11- Kayıp Çin Uygarlığı – Sanxingdui (Çin)

Her şaşırtıcı arkeolojik keşif, deneyimli bir arkeolog tarafından yapılmaz. 1929’da, Çin’in Sichuan eyaletinde bir kanalizasyon hendeğinin tamirini yapan bir adam, yeşim ve taş eserlerden oluşan bir hazine ortaya çıkardı. Bu kıymetli hazine özel koleksiyoncuların eline geçti ve 1986’da bölgede çalışan arkeologlar, yeşim, fildişi ve bronz heykeller de dahil olmak üzere Bronz Çağı hazineleri ile dolu iki çukur daha ortaya çıkardılar.

Peki bu gizli harikaları kimler yarattı? Araştırmacılar şimdi 3.000 ila 2.800 yıl önce çökmüş bir uygarlık olan Sanxingdui medeniyeti üyelerinin bu eserlere imza attığına inanıyorlar. Arkeologlar artık Sanxingdui’nin bir zamanlar Minjiang Nehri kıyısındaki duvarlı bir şehirde yaşadığını biliyorlar. Ama neden bu şehri terk ettikleri ve kaçmadan önce neden bu çukurlara bu kadar çok eser gömdükleri araştırmacılar arasında spekülasyon kaynağı. Kayıp uygarlığın 3000 ila 2800 yıl önce şehri kasıtlı olarak terk ettiği tahmin ediliyor fakat kazı başkanı Niannian Fan, şehri terk etmek için ortaya atılan “savaş” ve “sel” nedenlerinden hiçbirini ikna edici bulmadığını söylüyor. Jeolojik izlere göre, 3300 ila 2200 yıl önce, o bölgede büyük bir deprem ve toprak kayması söz konusu. Bu toprak kaymasının, şehrin yanındaki nehri kestiği ve Sanxingdui’nin su kaynağını yok etmiş olabileceği düşünülüyor. Otoritelere göre bu hipotez, spekülatif olabilir fakat uygarlığın ortadan kaybolması veya başka bir yere taşınmasını açıklayabilir.

12- Nuh’un Gemisi (Türkiye)

Bazı şeyler o kadar ilginçtir ki tekrar tekrar keşfedilirler – örneğin Nuh’un gemisi. Bu kutsal gemi, birçok insan tarafından defalarca keşfedildi … ya da keşfedildi mi?

Dünyanın dört bir yanından gelen amatör arkeologlar, yüzyıllarca, Ağrı Dağı ve çevresinde, geminin kanıtlarını bulduklarını iddia ettiler. Ama diğer araştırmacılar ise, Nuh’un devasa gemisinin gerçekten inşa edilip edilmediğinden kuşku duyuyorlar. Atlantis gibi, Nuh’un Gemisi de hiç varolmamış olma ihtimaline rağmen tekrar tekrar çözülmeye devam edecek olan bir arkeolojik gizem.

13- Kayıp Maya Uygarlığı (Orta Amerika)

Altı yüzyıl süresince gelişen bir medeniyet nasıl ortadan kalkar? Güney Meksika’da ve Orta Amerika’da çalışan arkeologların onlarca yıldır çözmeye çalıştıkları bir gizem bu.

MS 900 civarında, Maya uygarlığı çöktüğü düşünülüyor, ancak bu düşüşün nedenleri henüz belli değil. Bilimsel çalışmalar, Maya’nın çöküşünde kuraklığın önemli bir rol oynamış olabileceğini düşündürüyor. 2012 yılında Science dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre, Maya ormanları daha büyük şehirler ve tarım arazileri için yokettiğinde, kazara hali hazırda sık görülen kuraklığı daha da kötüleştirmiş olabilirler.

Diğer araştırmacılar ise, toprak parçalanmasının ve azalan av popülasyonların (özellikle beyaz kuyruklu geyiğin) Maya’nın sonuna katkıda bulunduğunu öne sürüyor. Yine diğer bazı uzmanlar da ticaret yollarının ve iç siyasi çatışmaların, bir zamanlar çok büyük olan bu imparatorluğun sonunu hızlandırdığını belirtiyor.

14- Khatt Shebib (Ürdün)

150 kilometre uzunluğundaki taş duvarın çok belirgin bir amacı olacağı düşünülebilir, ancak Khatt Shebib’in durumunda bu geçerli değil. Ürdün’deki bu gizemli duvar ilk kez 1948’de kaydedildi ve arkeologlar bu duvarın neden, ne zaman ve kim tarafından inşa edildiğinden emin değiller.

Duvar kuzey-kuzeydoğu ile güney-güneybatı arasında uzanıyor ve iki duvarın yan yana durduğu bölümlerin yanı sıra duvarın kollara ayrıldığı bölümler de bulunuyor. Günümüzde duvar harabe halinde ancak yapıldığı dönemde 1 metre yüksekliğinde ve 0.5 metre eninde olduğu düşünülüyor. Khatt Shebib’in işgal ordularından korunmak için inşa edilmeleri ihtimal dahilinde değil ancak, örneğin aç bir keçi gibi daha az tehditkar olan düşmanları uzakta tutmak için inşa edilmiş olabilir. Ürdün’deki arkeologlara göre, duvarın batısında bulunan tarım izleri, yapının eski tarım arazileri ile göçebe çiftçilerin mera alanları arasında bir sınır görevi yapmış olabileceğini düşündürüyor.

15- Büyük Taş Çemberler (Ürdün)

Arkeologlar için Ürdün’de şaşkınlık yaratan tek eski yapı Khatt Shebib değil; 2000 yıl öncesine dayanan ve Ürdün kırsalında bulunan çember taş dizileri de bilim insanlarınının kafalarını karıştırmaya devam ediyor.

Kısaca “Büyük Çemberler” olarak bilinen bu yapıların şimdiye kadar 11 tanesi Ürdün’de bulundu. Çemberlerin çapı yaklaşık 400 metre olup sadece birkaç metre yüksekliğindeler. Bu kısa duvarlı çemberlerden hiçbirinin insanlar ya da hayvanların geçebilmesi için açıklıkları yok, bu nedenle arkeologlara göre besi hayvanı ağılı olmaları ihtimal dahilinde değil. Peki bunlar tam olarak neydi? Kimse bilmiyor.

Araştırmacılar şimdi Ortadoğu’daki diğer dairesel taş yapılarla Büyük Çemberleri karşılaştırarak bu yapının gizemli amaçlarını anlamaya çalışıyorlar.

16- Cochno Taşı (İskoçya)

2016’da İskoçya’nın Glasgow kentinde, arkeologlar 5.000 yıllık bir taş levha ve aslında onun gizemli geçmişini kazdılar.

13 x 8 metre ölçülerindeki Cochno Stone adlı bu taş “çanak ve halka izleri” olarak bilinen ve dünyanın başka yerlerindeki tarih öncesi bölgelerde de tespit edilen, kendi içinde dönen desenler içeriyor. Glasgow Üniversitesi’nde arkeolog ve kıdemli öğretim görevlisi olan Kenny Brophy’ye göre, bunlar antik sanat eseri örnekleri olabilir.

1930’larda Concho Taşı’nı inceleyen araştırmacılar, taş yazıtların tutulmalar gibi astronomik olaylarla bağlantılı olabileceğine inanıyorlardı, ancak Brophy bunun böyle olduğunu düşünmüyor. O ve araştırma ekibi, şu anda tarih öncesi insanların onu nasıl kullanmış olabileceğini ayırt etmek için taşı daha yakından inceliyorlar.

17- Super-Henge (İngiltere)

Bir diğer gizemli yapı ise Birleşik Krallık’taki Stonehenge’den sadece 3.2 km uzaklıkta bulunan büyük bir taş anıt: Super Henge.

Taş monolitlerden oluşan bu devasa anıt, 2015 yılında ortaya çıkarıldı. Monolitleri Durrington Duvarları’nın kıyısında bulundu. Araştırmacılar, bu Super-Henge’in muhtemelen daha büyük bir Neolitik anıtın bir parçası olduğunu düşünüyorlar.

Arkeologlar taşların orijinal amacından emin değiller, ancak 4500 yıl önce devrilmelerinden önce bir zamanlar 4,5 m uzunluğundaki bu levhaların dik durduğuna inanıyorlar. Dev anıt, Avon nehri yakınında doğal bir çöküntü sahasında yer alıyor ve taşların bir zamanlar su kaynaklarının vadi ile nehre indiği C şeklinde bir “arena”nın oluşumuna yardımcı olduğu düşünülüyor.

18- Sualtında Devasa Taş Yapı (İsrail)

2003 yılında bilim insanları, Taberiye Gölü’nün altında muazzam bir taş yapı keşfetti. Birçok dev taştan oluşmuş olan bu anıt, yaklaşık 60.000 ton ağırlığa (çoğu savaş gemisinden daha ağır) ve yaklaşık 10 metre yüksekliğe sahip.

Bu keşfi yapan bilim insanları, bu sualtı kaya yığınının ya da höyüğün ne için kullanıldığı hakkında hiçbir fikirlerinin olmadığını, ancak dünyanın diğer bölgelerindeki benzer yapıların geleneksel olarak mezarları işaret ettiklerini belirttiler. Yakınlarda bulunan benzer diğer büyük kaya yapıları vardır, ancak bu yapıların hiçbiri su altında değildir. Araştırmacılarn keşifleri sonrasında açıkladıkları gibi, yükselen deniz seviyelerinin bir zamanlar kara üzerinde yer alan bu höyüğün zamanla suyun seviyesinin altında kalmış olma olasılığı var. İsrail Eski Eserler Kurumu ve Ben-Gurion Üniversitesi’nden Yitzhak Paz, bu su anıtının 4.000 yıldan daha gerilere dayanabileceğine inanıyor. Paz’a göre bu kalıntılar bir yerleşim alanından kalanlar olabilir.

19- Paskalya Adası halkının yok oluşu

Paskalya adasında ünlü Moai Heykelleri’ni yapan gizemli uygarlığın çöküş nedeni, yapılan araştırmalara rağmen hala çözülemiyor.

Şili kıyılarından çok uzakta olan Paskalya Adası’ndaki eski uygarlığın çöküşüne neden olan şey, uzun zamandan beri arkeolojinin en büyük gizemlerinden biri.

Bugüne kadarki en geçerli teori, adada yaşayan Rapa Nui halkının pervasızca çevreyi yok ettiği, tüm doğal kaynakları ve dolayısıyla yiyecekleri tükettiği yönündeydi. Bu durum, en nihayetinde onların çöküşüne neden olmuştu. Fakat yapılan yeni bir araştırma bu görüşe karşı çıkarak, bu topluluğun aslında daha önce düşünülenden daha dengeli bir kaynak kullanımı ile adada sert koşullara adapte olduğunu gösteriyor.

20- Torino Kefeni

Belki de hiçbir arkeolojik buluş İsa Mesih’in gömü örtüsü olduğuna inanılan esrarengiz Torino Kefeni’nden daha fazla tartışılmamıştır. Bu uzun bez parçası, kan izleri ve bir bedeninin koyu renkli izlerini taşıyor.

Katolik Kilisesi, bu kefenin varlığını MS 1353’te Fransa’nın Lirey kentindeki bir kilisede ortaya çıktığında resmi olarak kabul etti. Ancak kefenin efsanesi MS. 30 ya da 33’e kadar uzanıyor.

Efsaneye göre kefen, Eski Filistin’in güney bölgesinden Edessa’ya yani Urfa’ya, daha sonra Konstantinopolis’e yani İstanbul’a taşınmıştır. Haçlılar, MS 1204’te Constantinople’ı işgal ettiklerinde, örtü Atina- Yunanistan’a taşındı. Burada MS 1225’e kadar tutulduğu iddia ediliyor.

1980’de ise araştırmacılar karbon14 metodu ile bu kumaş parçasının gerçek yaşını hesaplamak için çalışmalara başladılar ve İsa’ya ait olduğu iddia edilen bu gömü örtüsünün MS 1260 ila 1390 yılları arasında yapılmış olduğunu tespit ettiler. Başka bir deyişle, bilim insanları bezin büyük olasılıkla bir Ortaçağ sahtekarlığı olduğunu tespit ettiler. Bununla birlikte, bu araştırmayı eleştiren bir diğer kitle ise, İsa’nın ölümünden yüzyıllar sonra gerçek örtüye dikilmiş yeni bölümlerin tarihlendirilmiş olabileceğini iddia ederek, bunun kefenin neden gerçekte olduğundan daha “yeni” olduğunun açıklaması olduğunu savunuyor.

21- Antik Hayvan Tuzakları (Türkiye, Mısır, Ürdün)

İsrail, Mısır ve Ürdün çöllerini çaprazlama bir şekilde geçen bu alçak taş duvarlar, 20. yüzyılın başında pilotlar tarafından keşfedildikleri andan itibaren arkeologları şaşkına çeviriyor.

MÖ 300’lere tarihlenen ve 64 km uzunluğundaki bu hat dizisi, havadan görünümleri bir uçurtmayı andırdığı için ‘uçurtmalar’ olarak da adlandırılıyor.

Bu ‘Uçurtmalar’ın amacının vahşi hayvanları daha kolay bir şekilde ve çok sayıda avlayabilmek için küçük bir çukura doğru yöneltmek olduğunu iddia eden yakın zamandaki yeni bir araştırma, bu duvarların gizemini biraz çözmüş olabilir. Bu verimli sistem, yerel avcıların yerel fauna hakkında önceden düşünülenden daha fazla şey bildiğini ortaya çıkarıyor. Son yapılan araştırmalarda bu tuzaklardan Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde de çok sayıda keşfedildi.

22- Stonehenge (İngiltere)

Dünyanın en ünlü anıtlarından Stonehenge olarak bilinen bu tarih öncesi anıt, MÖ 3000-1500 yılları arasında, beş evrede inşa edildi. İlk başta, Wales’den getirilen dolerit (diyabaz) taşlarından yapılmış küçük bir dikilitaş dairesinden oluşuyordu. Bugün gördüğümüz içteki dikilitaş dairesi, daha sonra devasa (ve yerel olan) dikilitaşlarla inşa edildi.

Bu megalitik taşlar yaklaşık 5000 yıl önce dizildi ve bu yapı onu inşa eden ilkel insanlar için oldukça etkileyici bir başarı. Ancak arkeologlar sadece bu bilgiden eminler. Stonehenge’in orijinal amacına ortaya koymaya çalışan ve astronomik bir gözlemevinden, dini bir şifa tapınağına ve yakılarak gömülen insan mezarlığına kadar uzanan teorilerin hiçbiri, şimdiye kadar netleştirilemedi.

23- Atlantis (Bilinmiyor)

Bahamalar, Yunan Adaları, Küba ve hatta Japonya’da bile olabileceği iddia edilen Kayıp Atlantis şehri, ilk olarak antik Yunan tarihçi Platon tarafından MÖ 360 yılında dile getirildi. Bu mitolojik adanın 10.000 yıl önce bir felaket sonucu denizin dibine batmasından önce önemli bir deniz gücü olduğu sanılıyor.

Arkeologların, Atlantis’in gerçek tarihi varlığını sorgulamalarının yanı sıra, dünyanın dört bir yanında keşfedilen batık kalıntılar arasında akla en yatkın olası yerini de tartışıyorlar. Fakat kesin delil olmaksızın Atlantis, diğer arkeolojik sırlar gibi, popüler hayal gücünü meşgul etmeye devam ediyor.

24- Kleopatra’nın Mezarı (Mısır)

VII. Kleopatra, Mısır’ı MÖ 305 ile 30 yılları arasında yöneten Ptolemaios hanedanlığının son hükümdarıydı. Zekası, güzelliği ve romantik ilişkileri (hem Julius Caesar ve Mark Antony’den çocuk sahibi olması gibi) hakkındaki pek çok şey biliniyor, fakat onun gömülü olduğu yer hala gizemini koruyor.

Kleopatra ve Antony, MÖ 31’de Aktium Savaşı sırasında eski müttefikleri Octavianus’a yenildiklerinde birlikte intihar ettiler. Ve ikili, Mısır tanrıçası İsis’in bir tapınağının yakınlarında yer alan ve yazar Plutarch’ın (MS 45-120) ‘ulvi ve güzel’ anıt olarak adlandırdığı bir bölgeye gömüldüler. Ancak mezarın tam yerı hala bir sır. Arkeologlara göre, sevgililerin mezarı bulunsa bile mezarın boş olma ihtimali oldukça yüksek, zira mezar soygunu antik zamanlarda alışılmamış bir şey değildi.

25- Taş Küreler (Kosta Rika)

Bazılarının MÖ 6. yüzyıla tarihlendiği bu dev taş küreler Güney Kosta Rika’nın Diquis Deltasına serpiştirilmiş halde bulunurlar. Yerel dilde ‘Las Bolas’ olarak adlandırılan ve Gablo adı verilen silikatlı siyah volkanik kayalardan yapılmış olan top şeklindeki bu küreler, Kolomb Öncesi dönem uygarlıklarına ait. Bu eski kayaları inceleyen arkeologlara göre, bu kayaları kusursuz olarak küresel biçimler haline getiren insanlar, bunun için muhtemelen diğer küçük kaya parçalarından yararlanmış olabilirler.

Uzman olmayan kişilerin spekülatif yorumları Diquis Küreleri de denilen bu dev taş kürelerinin astronomik amaçlar için kullanıldığı, ya da önemli yerleri belirten ve o yöne yönlendiren işaretler olduğu yönünde. Gerçek şu ki bu kürelerin kullanım amacı tam olarak bilinmiyor. Kansas Üniversitesi’nden Antropolog John W. Hoopes’un Ocak 2016’da JSTOR Daily’ye verdiği demeçte bir zamanlar Kosta Rika’yı ve Orta Amerika’nın diğer bölgelerini dolduran Chibchan insanlarının, İspanyol fethinin ardından ortadan kaybolduğunu ve onlarla birlikte bu kürelerin amacının da ortadan kaybolduğunu belirtiyor.

- Arkeofili.com